Marianne Faithfull, rock tarihinin en mücadeleci (survivor) isimlerinden biri; belki de en büyüğü. Her defasında bitti dediklerinde, kendini tekrar yarattı. Her defasında ölecek dediklerinde, hayata tekrar döndü. Hepatit, intihar teşebbüsleri, kanser, eroin bağımlılığı, sokakta yaşam, enfeksiyonlar, anoreksi ve 2020'de kovid. Onu kovid teşhisiyle hastaneye kaldırdıklarında "sadece palyatif ünite" notu düşülmüş. Albümde beraber çalıştığı, Nick Cave & Bad Seeds üyesi Warren Ellis bile bu defa toparlayamayacağını düşünmüş. Fakat yine kazanan taraf Marianne oldu ve elli seneden fazla bir süredir hayalini kurduğu "şiir albümü"nü ölmeden kaydedip dinleme fırsatı bulabildi. Röportajlardan anladığım kadarıyla kendisi bu albümü çok ciddiye almış ve yıllarca içinde bir ukte olarak taşımış.
Albüm kendisinin en sevdiği şiirler arasından seçilmiş. Marianne'i yakından tanımayanlar pek bilmez ama kendisi oldum olası edebiyat düşkündür. Belki de aile geleneğidir. Kendisi mazoşizmin isim babası, erotik edebiyatın en meşhur isimlerinden Leopold von Sacher-Masoch'un akrabası olup soylu bir aileden gelmekte. Vaktiyle bir röportajda Paris'teki evini gezdirirken yatak odasını görmüştük. Yatağının bir ucu kendisi için ayrılmışken diğer köşesinde ondan fazla kitap üst üste dizilmişti. Marianne, bir ondan bir şundan çapraz okumalar yaptığını söylemişti.
Warren Ellis'le tanışıklıkları 2000'lerin başına dayanıyor. Before the Poison albümünde ilk defa birlikte çalışmışlardı. Zaten o günden sonra da ne Nick Cave ne de Warren ondan vazgeçemedi. Bir aile dostu oldular. O günden bugüne dek Marianne'in çıkardığı albümlerin neredeyse hepsinde Cave ve Ellis'in besteleri oldu. Ama özellikle 2014 çıkışlı Give My Love to London ve 2018 çıkışlı Negative Capability albümlerinde bu ikilinin etkileri epey hissedilir. She Walks in Beauty'nin kayıt dönemini yakından takip ederken şunu farkettim ki Warren da en az Marianne kadar bu albüme ciddi bir önem verdi. Öyle ki bunu Marianne'e karşı bir borç olarak gördü. Sevdiği bir arkadaşının elli yıllık hayalini koronanın gölgesinde gerçekleştirmeye çabalaması insani açıdan takdir edilesi bir şey. Son röportajında Marianne, ilişkilerini bir nevi aşka benzetiyor ve albümü bir yerde Warren için de kaydettiğini söylüyor.
Her ne kadar artık şarkı söyleyebileceğini düşünmese de, hastalığın yan etkileri olarak kısa süreli hafıza kaybı ve nefes darlığı gibi şikayetleri sürse de (ikide bir soluklanması gerekiyormuş), o hala savaşmayı sürdürüyor. Nefes egzersizleri yaparak gelecek yıllarda bir turne olmasa bile kendisine yakın şehirlerde (Londra, Paris ve Berlin) bir saati aşmayacak kısa konserler verebilmeyi umut ediyor ve belki bir albüm daha yapabilmeyi istiyor. Kim bilir.. Marianne bu. Olur mu olur. Ben mi? 2015 yılında kendisiyle vedalaştım. Dünya üstünde kalan üç beş kahramanımdan biriyle güzel bir gece geçirdim. Defalarca göz göze geldim kendisiyle. O anıları yaşatmak kalıyor bana da.
* * *
Şiir benim için gerçek bir tutkudur. Bunu burada yazmadım. Ama hissedenleriniz olmuştur. Ben senelerdir kendime sakladığım şiirler yazıyorum. İyi şiirler olduğunu düşünmüyorum. Keza ben şiir alanında çok seçici biriyim. Kolay beğenmem. Toz konduramadığım bazı şairler vardır. Onlar benim için kutuptur. Yazılan her şiiri onlarla kıyaslarım ister istemez. Bu hayatta bir konuda muhafazakarlık yapıyorsam o da şiirdir.
Şiirin kişisel bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Haliyle şiir okumalarını, şiir kayıtlarını hiç sevmiyorum. Bazen sevdiğim bir şairin şiir okuma etkinlikleri oluyor, gidemiyorum. Olmuyor. Benim kafamın içindeki tonlama ve ahengin bozulacağından korkuyorum. Hem bu récitationlar da çoğunlukla müsamere tadında oluyor. Anlamsız vurgulamalar, bağrış, çağırış.
Spoken word denilen bu müzik alt türü de haliyle bana uzak duruyor. Leonard Cohen'i, Jim Morrison'ı ne kadar sevsem de onların bu tarzdaki şarkılarını da pek sevememiştim. Dolayısıyla Marianne'in albümü benim gözümde iki sıfır geriden başladı. Peki sonra?
Kuş cıvıltıları ile başlayan ve Warren'ın ambient dokunuşlarıyla bezenmiş, albüme adını da veren, She Walks in Beauty, insana hayret ettiren bir güzelliğe sahip. Atmosferik. Uzaysal. Lord Byron'ın bu kısa ama güzel şiiri, Marianne'in eprimiş sesiyle nasıl da güzel bir uyum içinde. İnsanın ruhu doyuyor sanki.
Şiirin kişisel bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Haliyle şiir okumalarını, şiir kayıtlarını hiç sevmiyorum. Bazen sevdiğim bir şairin şiir okuma etkinlikleri oluyor, gidemiyorum. Olmuyor. Benim kafamın içindeki tonlama ve ahengin bozulacağından korkuyorum. Hem bu récitationlar da çoğunlukla müsamere tadında oluyor. Anlamsız vurgulamalar, bağrış, çağırış.
Spoken word denilen bu müzik alt türü de haliyle bana uzak duruyor. Leonard Cohen'i, Jim Morrison'ı ne kadar sevsem de onların bu tarzdaki şarkılarını da pek sevememiştim. Dolayısıyla Marianne'in albümü benim gözümde iki sıfır geriden başladı. Peki sonra?
Kuş cıvıltıları ile başlayan ve Warren'ın ambient dokunuşlarıyla bezenmiş, albüme adını da veren, She Walks in Beauty, insana hayret ettiren bir güzelliğe sahip. Atmosferik. Uzaysal. Lord Byron'ın bu kısa ama güzel şiiri, Marianne'in eprimiş sesiyle nasıl da güzel bir uyum içinde. İnsanın ruhu doyuyor sanki.
Waterloo Köprüsü'nden kendini sularak bırakarak intihar eden, evsiz bir kadını anlatan Thomas Hood şiiri The Bridge of Sighs'ı ilk dinlediğimde bu dünyaya ait olmadığını düşündüm. Çünkü Marianne'in sesi mezardan geliyor gibi. Bu albümdeki birkaç şarkıyı korona tedavisinden sonra kaydetmişler. Muhtemelen bu şarkı da onlardan biri. Sesindeki yıpranmışlık, vurgularındaki ölüm dokunuşu bariz. Marianne bir dönem bağımlılarla birlikte sokaklarda evsiz yaşamıştı. Dolayısıyla şiirin albümdeki yeri için otobiyografik diyebiliriz. İyi ki Marianne başardı ve bugün hayatta. Şarkıya eşlik eden Nick Cave'in piyanosu ile Brian Eno'nun düzenlemesinin de hakkını vermek lazım. Ürpertici güzellikte. Marianne'in şu dizeleri okurkenki vurgusu tüylerimi diken diken etti:
"Onun evi neredeydi?
Babası kimdi?
Annesi kimdi?
Kız kardeşi var mıydı?
Erkek kardeşi var mıydı?
Veya onun için hala kıymetli olan birisi?
Ve ona diğerlerinden daha yakın olan birisi?"
Babası kimdi?
Annesi kimdi?
Kız kardeşi var mıydı?
Erkek kardeşi var mıydı?
Veya onun için hala kıymetli olan birisi?
Ve ona diğerlerinden daha yakın olan birisi?"
Yedi dakikaya yakın süresiyle albümün en uzun ikinci şarkısı ve benim de çok sevdiğim şiirlerden biri olan, Keats şiiri Ode to a Nightingale, albümün en dikkat çekici şarkılarından. Özellikle arkaplanda ona eşlik eden o minimal synth dokunuşları o kadar esrik ki... Sonsuza kadar dinleyebilirsiniz.
Bir Shelley efsanesi Ozymandias'ı da bu albümde dinlemek güzel bir sürpriz. Ozymandias, üzerine çok düşündüğüm şiirlerin başında geliyor. Şiirin adı 2.Ramses'in antik adından gelmekte. Bir gün British Museum'ı gezen Shelley, 2.Ramses'in kocaman büstüyle karşılaşır ve ondan etkilenerek bu şiiri yazar. Mısır'ı gezerken bu şiir kafamın bir ucunda durmadan bana eşlik etmişti.
Vincent Ségal'in çellosuyla açılan albümü en can yakıcı şiirlerinden To the Moon, bir diğer Shelley eseri. Kısacık bir şiir olmasına rağmen insanı etkisi altına alıyor. Shelley'nin zamanında Ay'a henüz ayak basılmamıştı ve kavimlerin tamamı için gerçek bir gizemdi. Gökyüzünde bize her gece soluk yüzüyle gülümseyen. Yalnız ve bu döngüyü sürdürmek zorunda kalan bir gök cismi. Tek elinden gelen şey dönemsel büyüyüp küçülebilmesi. Bazen biz de böyle hissetmiyor muyuz?
Bir Shelley efsanesi Ozymandias'ı da bu albümde dinlemek güzel bir sürpriz. Ozymandias, üzerine çok düşündüğüm şiirlerin başında geliyor. Şiirin adı 2.Ramses'in antik adından gelmekte. Bir gün British Museum'ı gezen Shelley, 2.Ramses'in kocaman büstüyle karşılaşır ve ondan etkilenerek bu şiiri yazar. Mısır'ı gezerken bu şiir kafamın bir ucunda durmadan bana eşlik etmişti.
Vincent Ségal'in çellosuyla açılan albümü en can yakıcı şiirlerinden To the Moon, bir diğer Shelley eseri. Kısacık bir şiir olmasına rağmen insanı etkisi altına alıyor. Shelley'nin zamanında Ay'a henüz ayak basılmamıştı ve kavimlerin tamamı için gerçek bir gizemdi. Gökyüzünde bize her gece soluk yüzüyle gülümseyen. Yalnız ve bu döngüyü sürdürmek zorunda kalan bir gök cismi. Tek elinden gelen şey dönemsel büyüyüp küçülebilmesi. Bazen biz de böyle hissetmiyor muyuz?
So We'll Go No More a Roving, Lord Byron'ın Thomas Moore'a yazdığı bir mektuba dahil ettiği şiirlerden. Zamanında Leonard Cohen de kendi spoken word albümü Dear Heather'da kaydetmişti. O verisyonunu da çok sevmiştim. Marianne versiyonunu da çok sevdim. Her gencin bu şiiri okuması gerek diye düşünüyorum.
"Gece sevişmek için yaratılmış olsa bile,
Ve gün, çok erken ağarsa da,
Yine de bundan sonra aylaklık etmeyeceğiz
Ay ışığının altında."
Ve gün, çok erken ağarsa da,
Yine de bundan sonra aylaklık etmeyeceğiz
Ay ışığının altında."
Marianne külliyatının en uzun şarkısı, Alfred Tennyson imzalı The Lady of Shallot, gerçek bir trajediyi anlatıyor. Arthur Efsaneleri figürlerinden Astolat'lı Elaine'in hazin öyküsü. Elaine, bir adadaki kalede mahsur kalmıştır. Yerel halk hakkında pek bir şey bilmez. Bilinen tek şey ise onun lanetli olduğudur. Buna göre kendisine dış dünyaya direkt olarak bakmak yasaklanmıştır. Kendisi de dış dünyayı elindeki ayna ile yansımalar vasıtasıyla izlemektedir. Gölgelerin yansılarından usanan Elaine, bir gün atıyla ilerleyen Lancelot'u görür ve aşık olur. Aşkına yenilen Elaine, dünyaya gözlerini dikerek bakar. Kulesini terk eden Elaine, bir sandal bularak ilerler. Fakat hedefine varamadan oracıkta ölür. Lancelot, onu hiçbir zaman tanıyamayacaktır.
Şiiri betimleyen güzel bir tabloyu da buraya bırakayım.
Şiiri betimleyen güzel bir tabloyu da buraya bırakayım.
Bunları Dinlemek Lazım: She Walks in Beauty, So We'll Go No More a Roving, The Bridge of Sighs, Ode to a Nightingale, The Lady of Shallot
heyooo, buradan bilgilenmeyi çok seviyorum.
YanıtlaSilBen de yorumları okumayı çok seviyorum :)) Yine bekleriz ^_^
SilTek tek açıklamalarınla şahane bir yazı olmuş bu. En yakın rahat zamanımda hepsini tek tek dinleyeceğim.
YanıtlaSilŞiir ve müzik bir arada olunca insan daha bir keyifleniyor :)
SilAh ben bu yazıya içim aka aka bir yorum yazmıştım, uzun upuzun. Aldığım tadı ve dolayısı ile verilen emeği nasıl da güzel anlatımştım dün, hatta demiştim ki Marianne büyük çok büyük... ama sen de büyüksün Zihin, hiçbir müzik dergisi bu kadar kapsamlı ve güzel anlatamazdı. Ve sonra bir karar vermiş, o durumu da şöyle anlatmıştım: bayramdan sonra, linkteki 2015 yazısından başlayacağım fakat bir kadeh şarap alacağım ve bu kez dura kalka, sindire sindire, yaşaya yaşaya okuyacağım:)
YanıtlaSilSonra ne oldu dersin:) Bir yere bakmak için 2015 yazına dönmek gerekti, gittim ama bir eyvah da çektim, çünkü geri döndüğümde yazdıklarım uçmuştu. Aynı tatla yeniden yazamayacaktım, sonraya bıraktım ama o yorum plansız ve içten kopup gelen duyguların eseriydi, bu onun kenarından bile geçemez:)
Diyeceğim o ki atıf yazıları linklerken başka sayfada açılma kutucuğunu işaretleyelim:) Vazgeçmiş değilim tabii ki! Bayramdan sonra şaraplı okumamı yapacağım, yorum yazmayacağım için bir sorun da yaşamayacağım:) Ne diyeyim ki başka... Şahanesin:)
O kadar merak ettim ki yorumunuzu.. Fakat bilirim, benim de başıma geldi kaç kez. Ve insan o ilk şevkle yazdığı şeyi bir daha yakalayamayabiliyor. Olsun :)) Önemli olan yazıdan aldığınız keyif. Marianne Faithfull, Nico ve Patti Smith ile "kanka" olmak isterdim. Gerçekten büyük idoller.
SilGüzel sözleriniz için ayrıca teşekkürler, biraz utandım :)