Kırmızı tabanlı topuklular,
Düzgün bacaklar,
Kabarık saçlar,
Işıltılı elbiseler,
Hafif öne meyleden postür,
Muazzam bir ses.
"Bu hayat süresince bu bedenle yaptıklarıma bir bak."
HBO Max, bu yıla tam anlamıyla fırtına gibi başladı. Blockbusterlar (Godzilla vs. Kong, Snyder's Cut..) ve belgesellerle ciddi bir ivme yakaladı. Ama benim kaç aydır iple çektiğim tek yapım vardı o da Tina Turner belgeseli "Tina"ydı. Önem verdim çünkü kendisinin açıklamasına göre bu belgesel hayranlarına karşı son bir veda niteliğindeymiş. Yani efsanenin sonuna geldik. Ayrıca şu bilgiyi de verelim, bu belgesel kanalın tarihinde yakaladığı en büyük reytinge ulaştı. İzlenmeli de. Her gencin bu hayattan öğrenecekleri var.
Tina, onu yakından tanıyan hayranları için üç beş arşiv görüntüsü dışında "yeni" bir şey sunmuyor belki ama zamanlaması bakımından bir hayli önemli bir yapım. Siyahilere yönelik şiddetin artması, kadın haklarının hiç olmadığı kadar gündemde yer alması bu belgeseli çok daha değerli kılıyor. Çünkü bu yapım sadece Tina'yı anlatmıyor. Siyahi bir kadının direnişini ve beyaz-erkek hegamonyasını yerle bir edişini anlatıyor. Bugün iki satır tweet atınca aktivist olduğunu zanneden hassas bünyeler için epey kafa açıcı bir belgesel. Cehennemi yaşamış ve kerberos'unu karşısına alıp ondan kaçmayı başarmış bir kadının hikayesi.
"Ah, fırtınanın ortasında bekliyorum. Sorsana bana, nasılsın diye?
İşler kötüye giderken, neden sormuyorsun nasıl hissettiğimi?
Gece felaket soğuk. Sorsana bana, nasılsın diye?
Bana nazik davranmıyorsun, ne yaparsam yapayım.
Oysa mış gibi yapan ben oluyorum yine."
Belgesel Ask Me How I Feel şarkısıyla açılıyor (bu şarkıdan daha iyi bir seçim düşünemiyorum) ve Tina'nın eski kocası ve iş ortağı Ike Turner'la nasıl tanıştıkları uzun uzun irdeleniyor. Eğitimsiz, kendi deyimiyle "alımsız", pamuk tarlalarında çalışan ve şiddetli geçimsizlik yaşayan öz ailesi tarafından ortada bırakılmış bir kız, dönemin en büyük rock ikonlarından biriyle karşılaşıyor. Etkilenmemek mümkün mü? Tina, vokal yeteneği ile Ike'ın dikkatini çekiyor ve grubuna alıyor. Rock 'n' roll'un ilk şarkılarından biri kabul edilen Rocket 88'in yazarlarından Ike ile birlikte bir revü grubu kuruyorlar. Dışarıdan her şey normal görünse de Ike'ın ciddi problemleri var ve Tina'yla evlendikleri ilk günden itibaren ona cehennemi yaşatıyor. Taciz, mobbing, şiddet, işkence ve hatta tecavüz. Aklınıza ne gelirse Tina'nın başından geçiyor. Hatta başından geçen bir olayı da açıkça belgeselde anlatıyor. Ama o hep katlanıyor.
Bu katlanmayı günümüz feminist yazarları eleştirse de ben bu eleştirileri anakronik buluyorum zira altmışlar Amerika'sında kadın olmak, eğitimsiz olmak ve en "fena"sı siyahi olmaktan bahsediyoruz. Tüm bu "suç"ların yanına bir de "dul" olmayı ekleyin. Hayat Tina için hiç de daha kolay olmazdı. En temel hakların dahi tartışıldığı karanlık yıllar.
Ike'ın uyuşturucyla tanışması bardağı taşırıyor. Zira zaten şiddete meyilli olan bu canavar, giderek daha katlanılamaz bir canavara dönüşüyor. Öyle ki, Tina'nın oğlu bir gün yatak odalarından yükselen çığlıkları duyup yanlarına gidiyor. Ike'ın annesine kaynar su boca ettiğine tanıklık ediyor. Ama Tina onu sakinleştirip "bir şey yok" diyor. Oysa üçüncü dereceden yanıkla sonuçlanıyor. Belgeselde bahsi geçmiyor ama vaktiyle Tina'yı zorla geneleve götürdüğü ve ilişkiye girenleri zorla seyrettirdiğinden bahsetmişti eski röportajlarından birinde. Böyle de iğrenç sefil bir adamdı.
Bir yerde gözü simsiyah olmuş Tina'nın fotoğrafını görüyoruz ve Tina'nın ağzından şu sözler çıkıyor: "onun yüzünden hiçbir arkadaşım yoktu". Ike'ın Tina'ya verdiği en büyük zarar bence ruhsal olan. Çünkü bedensel zararları bir şekilde geride bırakabilmiş ama ömrü boyunca Ike'ın "varlığı" onun ruhsal durumunda kalıcı tahribat yaratmış. Öyle ki bir gün sahne öncesinde Tina, aldığı uyku ilaçlarını içerek intihara kalkışıyor. Hastaneye kaldırıldığında asistanları onun kurtulup kurtulamayacağından emin olamadığı için endişe içindeyken Ike yine ortada terör estiriyor. Tina'yı komadan Ike'ın sesi uyandırıyor. Düşünebiliyor musunuz korkuyu?
Bu ilkel canavara dur demesi yetmişlerin başını buluyor. Bir gün turne esnasında Tina'yı kan revan içinde bırakacak şekilde döven Ike, bardağı taşırmak bir yana bardağı kırıyor. Alt tarafı bir "çikolata" mevzusundan patlayan bu kavga neticesinde Tina, gardını alıyor ve hayatında ilk defa ona karşılık veriyor. Otele gittiklerinde herkes şokta. Şova bu halde çıkıp çıkamayacağı konuşuluyor. Tina'nın ise şovu düşünecek hali yok. Tek bir şey var kafasında: yaşamak. İsyan bayrağını çeken Tina, Ike uyurken otelden ayrılıyor. Gizlice şehri terk ediyor. Öyle bir kaçış ki.. kendini otobana atıyor yolun karşısındaki otele gidebilmek için. Tek hatırladığı şey üstüne gelen son sürat tırların ışıkları ve kornaları. Artık ne olacaksa olacak!
İkili boşanıyor ama Tina'ya hiçbir şey kalmıyor. Ne arabalar ne evler. Hiçbir şey. Tina'nın da bunlarda gözü yok. Tek bir isteği var, ismini almak ve kapıyı çarparak gitmek. Ike, buna bile karşı çıkıyor (bunu belgeselde duydum ilk defa). Tina'nın ismiyle kendisine solo bir kariyer inşa etmesini engellemeye çalışıyor ama bir şekilde başaramıyor. Tina, "Tina"yı alıyor ve yoluna gidiyor. Beş parasız.
Las Vegas'ta ve televizyon programlarında bazı işler yaparak "hayatta kalıyor". Ama bir türlü yıldızını parlatamıyor. Nereye gitse "Ike nerede?" sorusuyla karşılaşıyor. Amerikan halkı hala ikisini bir arada görmenin derdinde. Ayrıca kendisi de orta yaşlarına doğru yaklaşmış. Amerikan yapımcılar Tina'ya albüm yapmak istemiyor. Öyle ki bir tanesi "o yaşlı zenci bokçuvalını ne yapalım" diyor. Tina bir kez daha bavulunu topluyor ve İngiltere'ye gidiyor.
İngiltere onun dönüm noktası. Belgeselde bahsi geçmese de Almanya da çok önemli bir destinasyon. Zira Almanya sayesinde stadyum konserleri patlıyor. Hayatının aşkıyla da yine Almanya'da tanışıyor. Avrupa Tina'ya iyi geliyor. 1984 yılında, 45 yaşında, en büyük albüm patlamasını yapıyor ve Private Dancer'ı çıkarıyor. Bugün Tina'yı yedi kuşaktan herkes tanıyorsa bunu albüme borçluyuz. What's Love Got to Do With It, Private Dancer, Show Some Respect, I Can't Stand the Rain, Better Be Good to Me gibi mega hitlerle Tina Turner bir anda yıldızlık basamaklarını ışık hızıyla tırmanıp megastar konumuna erişiyor. Dev stadyumlarda biletleri tükeniyor. İmza günleri. Şunlar bunlar. İsmi dönemin en büyük pop yıldızları arasında.
Bu albüme dair yapılan şu tespit benim kalbimi kırmıştı: "herkes bu albüm için Tina'nın geri dönüş albümü diyor oysa ki Tina hiçbir zaman burada değildi". Tina, Ike'lı yılları tanımlarken "varlıksızlık" tanımlamasını kullanıyor. O yıllarda hiç yaşamamış gibi değerlendiriyor çünkü yaptığı hiçbir işte özgür olamamıştı. Private Dancer, onun ilk manifestosu. Erkek egemen sektörü, yaş ayrımcılığı yapan toplumu yerlebir ettiği albüm. Tüm zamanların en önemli feminist albümlerinden biri diyebilirim. Çok önemli. O "ihtiyar bok çuvalı" dedikleri kadın tek albümüyle on milyonlarca albüm satıyor ve bugün bile çoğu müzik otoritesi "tüm zamanların en iyi albümleri" listesine alıyor.
Hayatı boyunca "sevilmediğini" söyleyen ve tek hayali Rolling Stones gibi binlerce insana konser veren ilk siyahi kadın şarkıcı olabilmek olan Tina, bunu başarıyor. Hem de nasıl!
Hikayesine aşina olsam da belgeselde o dev turnelere çıktığı ve artık sevildiğini hissettiği yerlerde ben de duygulandım. Yalan yok. Onca şeye rağmen yılmaması ve bunun mükafatını görebilmesi ne mutlu. Güney'de "kilise ve tarlalardan" başka bir şeyin olmadığını söyleyen, filmlerde gördüğü "güzel" kadınlara ve dergilerde boy gösteren Parisli zarif kadınlara imrenen "alımsız" Anna Mae, o günden itibaren arzulanan ve rol model olan Tina Turner'a dönüşüyor.
Benim de lise yıllarımda çokça dinlediğim Break Every Rule albümüyle birlikte devasa bir dünya turnesine çıkıyor. En büyük kankaları David Bowie, Mick Jagger, Keith Richards, Rod Stewart gibi devler. Eski kocasının ve diğer "erkek" yapımcıların aksine her zaman rock şarkıcısı olmak isteyen Tina, bu albümüyle üçüncü defa peşpeşe Grammy'lerde "yılın en iyi kadın rock performansı" ödülünü kazanıyor.
Belgeselin bir yerinde hiç beklemediğim bir performansına yer verilmiş. Keza ben Help yorumunu ne zaman dinlesem veya izlesem perişan oluyorum. Beatles'ın şarkısını adeta yeniden yaratıyor. Öyle içten ve acı söylüyor ki... Siz de nasiplenin bu şarkıdan, elde mendillerle. Belgeselde bu performansın remaster edilmiş görüntüleri mevcut.
"Yardım et bana, edebilirsen. Kötü hissediyorum.
Ve takdir ederim etrafımda olmanı.
Yardım et, ayaklarımı yere basabilmem için.
Lütfen, lütfen, yardımcı olamaz mısın?"
Ike'ın "geberdiği" günü hatırlıyorum. Epey gündem olmuştu. Olması da normal. Rock 'n' roll tarihi için ne yazık ki önemli bir sanatçıydı. Ama Tina'nın seksenlerde, evli oldukları dönem yaşadığı şiddeti halka anlatmasından sonra özel bir nefret figürüne dönüşmüştü. Sonu da beklendiği gibiydi. Aşırı doz kokainden belasını buldu. Cenazesine rock camiasından önemli kişiler (Little Richard, Solomon Burke, Phil Spector gibi) katıldı. Belgeselin sonunda Tina, yıllarca Ike'tan nefret ettiğini ama artık kendisini "affetiğini" söylüyor. Affetmekten kastı olanları kabullenmek değil. Aksine, bununla yüzleşmek ve yoluna bakmak. Çünkü kendisinin de dediği gibi, eğer affetmez ve bu yararı için için kanamaya bırakırsan, yoluna gidemiyorsun. Tina, 80 yaşında o defteri nihayet kapatabilmiş.
Bu önemli çünkü belgesel boyunca görüyoruz ki medya, boşanmalarından yıllar sonra bile Tina'ya sadece onu soruyor. Hatta Ike ölüyor, Tina'ya yine neler hissettiği soruluyor. Adamın ölüsü de dirisi de Tina'nın peşini bir hayalet gibi bırakmıyor. Bu da tabii her seferinde onda kötü anıları uyandırıyor. Bir arşiv görüntüsünde röportaj sırasıdna Tina'nın ne kadar öfkelendiğini görüyoruz. Tina belli etmiyor belki ama için için öfkeli ve "bana bu soruları neden soruyorsunuz" diye sitem ediyor.
İki saatlik bu hikayenin en güzel bölümü sonu. Bir yanda, Ike'la beraber yaşadıkları ve bugün harabeye dönmüş terk edilmiş evin koridorları gösteriliyor (o işkencelerin yaşandığı yatak hala orada), diğer yanda bugün Tina'nın yeni eşiyle birlikte yaşadığı Zürih'teki pırıl pırıl villa gösteriliyor. Zekice bir kurgu! Tina, hayatı boyunca hep "geç" kalmış bir yaşam yaşamış sanki. Ünlü olması geç. Mutlu bir aşk bulması geç. Hep sonradan. Ama farkeder mi? Bugün Tina, harika bir evlilik yaşıyor. 2013'te evlendiği Erwin Bach'la birlikte Zürih'te yaşamını sürdürüyor. Geçtiğimiz senelerde kendisi de İsviçre vatandaşlığına geçti. Her odası çiçeklerle dolu kocaman bir evde yaşıyor. Huzur içinde. O aydınlık ve ferah evin koridorlarında dolaşırken derin bir nefes aldım. O rahatlamayı ben de yaşadım. Kabus artık bitti.
Bitti diyoruz ama geçtiğimiz senelerde Tina'nın peşpeşe yaşadıkları -yine- yutulur cinsten değildi. Evlendikleri günden birkaç hafta sonra ciddi bir inme geçirmiş ve yürümeyi, konuşmayı tekrardan öğrenmesi gerekmiş. Sonra peşinden kanser geliyor. Yetmiyor, böbrekleri iflas ediyor. Bu şartlar altında yaşamak istemeyen Tina, İsviçre'de yasal olan ötenazi hakkını kullanmak istiyor. Ama "beyaz atlı" Erwin ona böbreğini vererek hayatını kurtarıyor. Tam düzlüğe erdik derken, 2018'de oğlunun intihar haberiyle sarsılıyor. Belgeselde de gördüğümüz Craig, annesinin hiçbir anlam veremediği bir şekilde intiharı seçiyor.
Belgeselin en çarpıcı cümlesi belki de şuydu: "herkes güzel bir hayat sürdüğümü düşünüyor, ama terazide kötülükle iyilik hiçbir zaman eşitlemedi birbirini... ben hiçbir zaman sevgiyi tadamadım".
Sevgi açısından belki hiçbir zaman aradığını bulamadı ama kariyer hayallerinin ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. James Bond'a müzik yaptı, Mad Max'te rol aldı, albümleri yüz milyondan fazla sattı, dünyanın en büyük stadyumlarını doldurdu ve gerçekten de tüm zamanların en meşhur siyahi kadın rock yıldızı oldu. Ergenlik yıllarımda aklımda hep iki kadın vardı. Biri Madonna diğeri Tina. Seksenler ve doksanlarda büyüyen herkes gibi. Yetmiş yaşında, veda turnesinde, sahneleri cayır cayır yakan yine kendisiydi. Kendisini hep çok sevdik. İyi ki yaşamayı seçti ve direndi. Alkışlar Tina için! Tüm zamanların en büyük kadın "performer"ı.
Acaba Tina'ya kırkındayken yaşlı diyenler, o yetmişinde şarkı söyleyip, platformda dans ederken neler düşünüyordu? Enerjiye bakın! (8:20'de koştururken her seferinde yüreğim ağzıma geliyor) Gerçek bir hocaların hocası.
off Tina! kasedim vardı koyardım teybe sonuna kadar
YanıtlaSilTina'yı açar dinlerdim. hey gidi.
bu HBO netflix gibi üyelikli mi, çok güzel şeyler var.
:))
SilNetflix'ten, BluTv'den veya Prime'dan bir farkı yok. Fakat Amerika üstünden üye olabiliyorsunuz çünkü diğer ülkelerde HBO'nun kendisi yok, orada bir tanıdığınız varsa onun vasıtasıyla üye olabilirsiniz veya Amerika menşeili bir kredi kartınızın olması gerekmekte.