Pandemiden sıkıldınız mı? Şehrin dışına çıkıp doğayla bütünleşemiyor musunuz? Öyleyse buraya. Yabancı bir sitede dünyanın çeşitli noktalarındaki ormanların ses kayıtlarına ulaşabilir ve huzur içinde geceyi edebilirsiniz. Hadi haşır huşur geceler dilerim.
Bazı haftasonları bir arkadaşımla ortaklaşa bir tür (genre) veya sinema belirleyerek onun öne çıkan örneklerinden bazılarını seyreder ve üzerine tartışırız. Pandemiye ve postmodern sinema anlayışına inat sinema sevgimizi koruyoruz. Haftasonu epeydir izlemediğimiz queer sinemasından birkaç örnek seçtik ve izlemeye koyulduk.
Portrait de la jeune fille en feu'yü (Portrait of a Lady on Fire) geçen sene o kadar çok arkadaşımdan duydum ki.. Ve hepsi övgüyle söz ediyordu. İzledik. Dedikleri kadar var, hatta ötesi bile var. Şahane bir film. Özellikle işçiliği. Sinematografisi, oyunculuklar, mekanlar, müzikler her şeyiyle enfes. Kız kardeşinin intiharıyla karmaşık bir ruh durumuna düşen ve ailesinin zoruyla Milanolu zengin bir oğlanla evlendirilecek olan Héloïse'in portresinin yapılması için annesi tarafından bir ressam tutulur. Adadaki malikaneye gönderilen Marianne, bu görev için seçilmiştir. Ama arzular devreye girince gizli çizim görevi "tutuşur gider". Filmin bazı sahneleri gerçekten unutulmaz. Aklınıza kazınıyor. Finali de vurucu (perişan olduk). Ama benim hoşuma gitmeyen tek şey bazı noktalarda duygusallığın abartılmış olması. Belki de ben romantik bir insan değilimdir. Yine de günün sonunda "vıcık"laşmadan acılar işleniyor ve geride temiz bir sinema işi bırakıyor. Uzun zamandır bu kadar "olmuş" bir şey izlemiyordum. Gerçek sinema böyle bir şey işte. Bir diğer Queer Palm ödüllü film olan 120 battements par minute'te (120 BPM) de izlediğimiz başroldeki oyuncunun performansına bayıldım. Fransız sinemasının son gözdelerinden.
Film yüzünden bir süre Vivaldi dinleyemeyeceğim.
Yine övgüler toplayan Théo et Hugo dans le même bateau'yu (Paris 05:59: Théo & Hugo) izledik ve karşılığını aldık. Bir dönemin kült romantik film serisi "Before..."u (Before Sunrise ve diğerlerini) anımsatıyor. Tıpkı o seride olduğu gibi kısıtlı bir zaman içinde iki kişinin hayatlarına odaklanıyoruz. Orada Jesse ve Céline'in yolları trende kesişiyordu, burada ise Théo ve Hugo, bir seks kulübünde tanışıyor. Beraber kulüpten ayrılan ikili, sabaha karşı Paris'in ıssız sokaklarına bisikletlerini sürüyorlar. Bisiklet keyfi esnasında Hugo, Théo'nun korunmadan ilişkiye girdiğini öğreniyor. Mutlu başlayan yolculukları yerini paniğe bırakıyor. Zira Hugo, HIV pozitiftir. Théo her ne kadar ilk başta hastaneye tek başına gidip bunun üstesinden yalnız gelmek istese de Hugo onu yalnız bırakmaz ve ikili sabaha kadar Paris manzaraları eşliğinde hayatlarıyla yüzleşir. Filmin en sevdiğim yanı sadeliğiydi. Hiçbir abartı yok. Hiçbir ajitasyon yok. Hayat olduğu gibi yansıtılmış. Metrodaki teyze tiplemesi de bence bir hayli dikkat çekici ve üstüne düşünülesi. Filme o kadar kaptırıyorsunuz ki bittiğinde "ee, noldu şimdi virüsün kana karışması önlenebildi mi, ilişkileri ne olacak" diye kendinize soruyorsunuz. Filmin orjinal başlığına da dikkat çekmeli. "Théo ve Hugo aynı gemideler", içinde bulundukları durumu daha iyi özetleyemezdi. Bir uyarı. Filmin ilk yirmi dakikası kesintisiz ve pornografiye varan görüntüler içeriyor. +18 diyelim.
Xavier Dolan ismini yıllardır duyar dururum ama filmlerini seyretme şansı bulamamıştım. Gel zaman git zaman dvdlerini toplayıp bir kenarda sakladım. Zamanı geldi diyerek Les amour imaginaires (Heartbeats)'i izlemeye yeltendik. Afişi ve kadrosu da cezbediyordu. İzlemez olaydık. Yarısında filmi kapattırdım. Bu kadar plastik bu kadar ruhsuz ve bu kadar yapma bir film izlememiştim kaç zamandır. Korkunç kamera numaraları ve seyircinin nostalji duygularını gıdıklama adına durduk yere habire çalan eski şarkılarla beni benden aldı. Filmlere serpiştirilen göndermeleri severim. Nostaljik öğelerin kullanılmasını ve sevilen şarkıların tebessüm ettirecek nitelikte kullanılmalarını anlarım. Fakat bu film adeta bir kolaj olmuş. Son yıllarda bazı yönetmenlerde böyle bir tembellik eğilimi var. Ortada fikir yok. Veriyorlar güzel şarkıları, veriyorlar eskitilmişlik havasını.. Düpedüz tembellik. Üstüne bir şey ekleyemiyorlar. Bertolucci'nin bayıldığım The Dreamers'ına özenerek yola çıktıkları aşikar. Onda da güzel şarkılar çalardı. Onda da bir üçlü ilişki var. Ama bir farkla, o filmin bir derdi vardı. Mesajı. Les amour imagineries için maalesef aynsını söyleyemeyiz. Sanki bir sinema talebesinin bitirme projesi gibi. Bir de filmi Wong Kar-wai yapıtlarıyla kıyaslayanlar olmuş ki aman diyim.. ağzınıza pul biber sürerim. Arada dağlar kadar kalite farkı var. Wong Kar-wai dediğiniz adam belki de yaşayan en büyük "aşk" yönetmeni. Tekniğini ve ruhunu koruyan filmler. Açıkçası ciddi bir hayalkırıklığına uğradım. Diğer filmlerini de peşpeşe izlemeyi düşünüyordum ama şuan yönetmenle aramız soğudu. Ne dersiniz, daha iyi filmleri var mıdır, bir şansı daha hak ediyor mu kendisi?
(Fragmanı eklerken bile sinirim bozuldu - Dalida'mın hatrına sesimi kesiyorum)
Geçtiğimiz haftasonu da aksiyon maratonu yapmıştık. John Wick'i izlemeyen son insanlardandım. Nihayet kavuştuk. İlk film kararındaydı diyebilirim. Kadrosunu sevdim. Willem Dafoe, Lance Reddick ve hocaların hocası Ian McShane gibi çok sevdiğim adamları görmek mutlu etti. Aksiyon filmlerini pek sevmesem de onları izlerken insan kafasını boşaltıyor. Terapi etkisi var. Köpeği öldürüldüğü için bir mafya organizasyonunu a'dan z'ye kurşun manyağı eden John Wick karakteri sinema tarihinin en ilginç figürlerindendi.
Ne yazık ki ikinci filmi hiç beğenmedim. O kadar akla ziyan şeyler oluyor ki bir Marvel filminde bile bulamazsınız öyle saçmalıkları. Tam umutlar azalmışken üçüncü ve şimdilik serinin son filmini çok beğendim. Hatta neredeyse birinci filmden bile iyi diyebilirim. Çekimler süper. Koreografiler şahane. Dövüş sahneleri serinin en iyisi. Ian McShane deseniz şov yapmış! Hayatının son yıllarında bu adama böyle roller verin sevgili Hollywood. Bırakın da krallar gibi oynasın. Tabii bu filmde çok bariz sevimsiz detaylar var (sırf mistiklik olsun diye koca organizasyonun merkezini çöle saklamak gibi) ama finaldeki otel baskınında heyecanlanmadım dersem yalan olur. İki kere başa sarıp izledik. Gerçekten kendine has bir evren yarattılar (High Table sistemi, Continental otelleri,..) ve dördüncü ve beşinci filmler yakında çekilecek. Merakla bekliyorum, neler olacak. Keanu Reeves kadar kabiliyetsiz olup da şeytan tüyü olan biri daha tanıyor musunuz?
" + Tüm bunlar ne için? Bir köpek uğruna mı?
- O sadece bir köpek değildi."
Bir tema üzerinden ilerlemek ne kadar güzelmiş, keyifli seyirler..
YanıtlaSilTeşekkürler :))
SilJohn Wick'i ben de izlemedim çünkü 2 ve 3 var 1'i bir türlü (yasal yollardan) bulamıyorum!
YanıtlaSilNetflix'te hala olması lazım :)
Sil