Nerede o eski filmler demeyeceğim. Çünkü o dönemleri ben de yaşamadım. 1940 ve 1950 civarı Hollywood filmlerinden bahsediyorum. Benim doğumuma daha çok var. Fakat bugün o dönem çekilen filmleri izlerken çok güzel duygular hissediyorum. Oysa ki bana fiziksel olarak ne kadar uzaklar. Ne giyimleri bugünün anlayışını yansıtıyor ne de film çekim teknikleri bugünün kurallarıyla uyumlu (öpüşmek bile beş saniye için). Ama ne var bu filmlerde? Neden çok seviyorum? Seviyoruz? Son zamanlarda kafamın içinde dolaşıp duruyor bu soru.
En sevdiğim filmlerin birçoğu o dönemlerde çekilmiş. Tesadüf olmasa gerek. Beni o filmlere bağlayan bir şeyler var. Samimiyet? Olabilir. Bugünün efekt çöplüğü filmleri gibi değil. Adeta tiyatro oyunu seyreder gibi her şey ayan beyan ortada. Dekorlar kısıtlı. Işıklar kısıtlı. Müzikler kısıtlı. Bugünün sineması seyirciyi aldatmaya yönelik. Özellikle de görsel ve işitesl açılardan. Dünyanın en kötü filmini çok etkileyici bir soundtrack ile ayağa kaldırabilirsiniz. En azından bir yere kadar.
Oyunculuklar da daha önplanda gibi. Ben artık günümüz filmlerinde oyunculuğun eskisi kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Safkan dramlar veya sanat filmleri haricinde ortalama oyuncularla da günün sonunu getirmek mümkün. Zaten olan biten de bu. Büyük gişe yapan filmlerin büyük çoğunluğu oyunculuklardan ziyade işin kumaş kısmıyla öne çıkıyor. Marvel filmlerinden istediğiniz bir yüzü çıkarın. Yerine başkasını koyun. Ne değişir?
Halbuki eski Hollywood filmlerinde oyuncuların ciddi katkıları bulunmaktaydı. Öyle ki "yıldız" denen şeyi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Parıldıyorlar. Oyunculuklarıyla. Alımlarıyla. Mesela kimler var beni izlerken etkileyen.. Joan Crawford. En sevdiğim kadın oyuncu. Hangi sahnede görsem onun aurası dışındaki hiçbir şeye odaklanamıyorum. Sahnenin bütün enerjisini yutuyor. Ekranda ışıldıyor. Bir dolu vasat filmi var; ama ne yalan söyleyeyim onu izlemek her defasında zevk veriyor. Filmi taşıyor. Rita Hayworth. Aman Tanrım! Gilda'yı izlediniz mi? O filmde ilk belirdiği sahneyi hatırlayın. Nasıl da ışıl ışıl. Film boyunca kendisini kocaman bir glitter festivali olarak seyrediyoruz. Gözleri parıldıyor, elbiseleri şıkırdıyor. Bette Davis! Aksi ve sevimli ihtiyar. Marlene Dietrich. Anıtsal. Deborah Kerr. Zarif. Gloria Swanson. Sıradışı. Peki ya erkek oyuncular? Humphrey Bogart'ın karizması bugün hangi oyuncuda var, ben bilemiyorum. Tony Curtis'in gözleri. Heybetli vücuduyla Rock Hudson. Baştan ayağa karizma Charlton Heston. Oyuncu canavarı Burt Lancester. Büyük hoca Peter Lorre. Endişeli bakışlarıyla Elisha Cook Jr. ve nicesi.
Bu ve bunun gibi nice oyuncuyu seyretmesi insana zevk veriyor. Hiç yaşamadığın dönemler için nostalji hissi yaşatıyor. Sanki o yıllarda her şey daha güzelmiş, daha huzurluymuş gibi. Oysa bu isimlerin filmleri çok çalkantılı dönemlere ait. İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinde çekilen filmlerden bahsediyorum. Ve sonrasındaki yıllardan.
Joan Crawford dedim. Bugün onun albenisi hangi oyuncularda var diye biraz akıl yürütmek gerekirse belki Fransız Isabelle Huppert diyebilirim. Onu da filmden bağımsız bir şekilde izlemesi keyifli. Garip bir ışıltısı var. Ama Crawford kadar unutulmaz mı.. bunu zaman gösterecek. O Crawford ki, adı rock şarkılarına bile konu olmuş. Hollywood tarihinin en dişli isimleri arasında. Bugün bile özel yaşamı tartışılıyor. Hakkında kitaplar çıkıyor. Belgeseller çekiliyor. Oysa o hep benim aklımda tüm western duruşuyla Johnny Guitar'ın Vienna'sı, elinde baltayla terör estiren Strait-Jacket'in Lucy'si, Los Angeles sokaklarında perperişan bir halde sevdiği adamın adını sayıklayan Possessed'in Louise'i, komik aksanıyla İsveç'li dadı rolünde A Woman's Face'in Anna'sı, Lon Chaney ile sessiz sedasız bakışarak aşk oyunlarına girişen The Unknown'un masum Nanon'u, dünyanın en karizmatik tabanca tutuşuyla Sudden Fear'ın Myra'sı,cefakar anne rolüyle Mildred Pierce'ın Oscar'lı Mildred'ı ve kanlısı ile ekran karşısına çıkan, oyunculuk dersi veren What Ever Happened to Baby Jane?'in Blanche'ı. Hepsi baş döndürücü (ama favorim Straight-Jacket'taki performansı).
Karlı ve soğuk gecelerde beni en çok mutlu eden iki şeyden biri onun veya dönemdaşlarının filmlerini izleyip popcorn yemek. Yeni filmler başkalarının olsun. Bana O yeter (tokat atışına bile hayranım 😂).
"Uyuşturucu müptelaları, Brooklyn'de deliriyor.
Sokaktaki aç köpekler gibi kahkaha atıyorlar.
.. Gök titreyen meleklerle kaplanmış.
Şişman hanım ise gülüyor: 'beyefendiler, kamyonlarınızı çalıştırın'.
Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır!
Joan Crawford, mezarından kalkmış.
Joan Crawford, mezarından kalkmış!!"
(Videoyu izlerken bile kendisinden etkilenmeyi başarıyorum. Tabii bunda şarkının başarısı da unutulmamalı, hele ki o tüyler ürpertici giriş kısmıyla.)
Sünger gibi emdim resmen yazıyı, eline sağlık. Baştaki soruya benim kişisel cevabım: yavaşlık. Her şeyin gereğinden fazla hızlandığı, dikkat süremizin düştüğü bu son on yılda özellikle eski filmlerin yavaşlığına özlem duyuyorum ben.
YanıtlaSilSon zamanlardaki "hız" beni de çok düşündürüyor. Hayatın her alanında hız kazandık. Eski bir yazımda da değinmiştim, eskiden insanlar Pink Floyd dinleyebiliyordu 6 dakika boyunca. Oysa bugün 2 dakikalık şarkılar bile fazla geliyor çoğumuza. Acelemiz ne? Neden odaklanamıyoruz? Hep bir hır gür. Biraz soluklanmaya ihtiyacımız var insanlık olarak ve bir öneri eski filmleri seyretmek olabilir :)
SilHakikaten yıldızlık kavramı varmış eskiden. Ben de bunu düşünürüm bazen.
YanıtlaSilBazen acaba nostaljinin verdiği yanılgıya mı düşüyorum acaba diye düşünüyorum. Ama sonra tekrardan seyrettiğimde evet, bu insanların bir ışıltısı varmış diyorum. Humphrey Bogart'ı seyrederken insan onun baygınlığından gözlerini alamıyor.
SilEskilerde her şeye verilen kıymet ile günümüz algısı biraz farklı sanırım.. maalesef
YanıtlaSilBugün hepimiz hoyratlığa daha yatkınız :(
Sil