Zihnin Arka Sokakları

"Ve en sonunda göreceğin aşk, verdiğin aşka eşit olacaktır." - The Beatles (The End) 🎵🐝💕🌻🌍🐾

7 Eylül 2020 Pazartesi

Sanatı Sanatçıdan Ayırmak

Blogumda muhakkak yazmak istediğim bir konuydu, sanat ve sanatçı arasındaki ayrımı irdelemek. Bir sanat eseri, kaleminin günahlarından sorumlu tutulabilir mi? Tutulursa ne dereceye kadar? Yoksa bir eser ortaya konduktan sonra sahibinin gölgesinin dışına mı çıkar? Bu soruların cevaplarını yıllardır arıyorum ve bir türlü sonuca varamadım. Geldiğim noktada az çok bir yol katettiğimi hissediyorum. Dolayısıyla bu ara ara yazılarımda yer verdiğim ama etraflıca kafa patlatmadığım mevzuyu bir yazı haline getirebildim. Hala kesin cevaplara ulaşamasam da, kafam daha net. Örneklerle ilerleyelim.

Knut Hamsun. İskandinav edebiyatı denince akla ilk gelen yazarlardan. Nobel Ödülü sahibi. Romanlarında kullandığı teknikler çağın ötesinde. Fakat kendisi berbat bir insan. Öyle ki, vaktiyle Hitler ve birçok üst düzey Nazi subayıyla tanışmış; bununla da yetinmeyip Hitler öldükten sonra arkasından taziye yazısı hazırlamış birisi. Hani bunun bir üstü şeytanın stajiyerliğidir herhalde.

Peter Handke. Geçtiğimiz sene Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. İyi bir yazar ve senarist. Ama canavarın teki. Avrupa'nın göbeğinde Boşnaklar ve Hırvatlar katledilirken bu insan paçavrası sevinç içindeydi. Katliamları soğukkanlılıkla seyretmesi bir yana, bir de utanmadan Miloseviç'in cenazesine katılmış birisi. Leş kere leş. Şimdi bu iki dehşet verici örnek elimizde iken kendilerine benzer pencereden mi yaklaşmalı? Hayır.

İki kıstas var benim için. Bir, sanatçının hayatta olması. İki, işlediği suçun (ister adi suç olsun, ister nefret suçu, her ne ise..) kitaplarında ne şekilde yer bulduğu.

Mesela korku edebiyatının bir numaralı ismi H.P.Lovecraft hakkında son yıllarda birçok biyografik çalışma yayınlandı. Birçoğu da adamın ırkçılığı üstüne eğiliyor ve "vurun vurun daha ölmedi" tadında lince varacak bir hınçla suçlamalarda bulunuyor. Doğru, şüphesiz Lovecraft bir ırkçıydı. Mektupları ve bazı kısa öykülerinden bunu anlayabiliriz. Bu karanlık tarafını öğrenmek için ciltler dolusu inceleme okumak gereksiz. Lakin, ölmüş bir yazarın bu kadar hırpalanmasının bize getirisi nedir? Bence hiç. Zira bu adam ırkçı da olsa çiçek çocuk da olsa ölmüş ve fikirleriyle, yapıp ettikleriyle her şey yanına kalmış. Bugün ne fikirlerinden dolayı özür dileyebilir ne de fikirlerini insanileştirebilir. Çünkü toprağın altında. Yapılacak tek şey, onun ırkçı yönünün farkına varmak ve tarihe not düşmek. Hepsi bu. Burada çok önemli bir parantez açmak gerek. Yanlış anlaşılmasın. "Dönemin ruh hali ırkçılığa yatkındı, Lovecraft'ın açıklamaları normal karşılanmalı" tarzında bir kolaycılığa kaçmıyorum. Çünkü bu savunma bana çok aptalca geliyor. O zaman Stalin'i, Franco'yu, Mussolini'yi ve diğer büyük zorbaları da "hoş görebilirsiniz" çünkü hepsi de kendi döneminin ürünleri ve o dönem demir yumrukla yönetilen baskıcı bir çağdı. Keza 2020 dünyasında alternatif sağ yükselişte ve bu popülist kepazeliğin arkasına takılıp da "nasılsa yüz yıl sonra dönemin ruh hali denir ve yaptıklarımız dönemin ruhu içinde normalleştirilir" diyerek günahlarımızı aklayabiliriz. İster 1800'lerde yaşayın isterse mağara çağında, bazı şeyler değişmez. Irkçılık, homofobi, yabancı düşmanlığı, transfobi, antisemitizm, İslamofobi, türcülük,... bunlar içinde yaşadığınız dönemde ne kadar "doğru" gösterilse de günün sonunda doğru olmadıkları aşikar şeyler. Sırtınızı dönemin ruhuna yaslamayın.

Roman Polanski. Bugün hayatta. Toprağın üstünde. Haliyle bu sanatçıya yaklaşımımız farklı olacaktır. Ona tüm gücümüzle baskı kurmalı ve işlediği suçların yasal bedellerini ödemesi için ne gerekiyorsa yapmalı. Boykot burada çok önemli. Ölmüş bir sanatçıya uygulanacak boykot bence yok hükmündedir ama yaşayan birine uygulanırsa etkili olabilir. Zira işini kaybeder, itibarını kaybeder. Yaptırım olur. Hoş, bugün Polanski herkes tarafından korunmakta. Özellikle Avrupa'daki sanat camiası kendisini can siperane savunuyor. Hiç olmayacak isimler çıkıp da kendisini savunacak açıklamalarda bulunuyor. Hayretle izliyoruz. Festivallere çağrılıyor, ödüllere layık gösteriliyor. Evet, Polanski çok iyi bir yönetmendir. Bunu yadsımıyorum. Cul-de-sac, Rosemary's Baby, The Tenant, Repulsion.. hepsi üst düzey işler ama bu adamın suçlarını nasıl örtebilir? Dolayısıyla hayatta olan bir sanatçı ya boykota zorlanmalı, ya da başka şekillerde (kamuoyu oluşturmak, imza kampanyası başlatmak..) suçuyla ve/veya ayıbıyla yüzleştirilmeli.

Handke canavarı da hayatta olmasına rağmen herkes ölü taklidi yapmakta. Yakın dostlarından biri Wim Wenders. Şu kendini entelektüel göstermek için kırk yıldır taklalar atan Alman (aslında kendisi iyi bir yönetmen ama entelektüel olarak koca bir sıfır). Neden çıkıp da iki kelam edemiyor? Ölmesini mi bekliyor herkes? Tabi ya, böylesi daha kolay. Hamsun'u linç edebiliriz, Lovecraft'ı yerin dibine sokabiliriz; çünkü günün sonunda yine o sanatçıların kitaplarını okumaya devam edecek yüzümüz olur. Ama yanı başımızda utancıyla yaşayan ve bununla yüzleşmeyen birisinin eserini okumak vicdanımıza dokunur!

Bir diğer notka da eserin, yaratıcısının suçlarına ne kadar ortak olduğu. Eğer ölmüş bir yazar, kitaplarında suçu ve nefreti yüceltmiyorsa (aman burada sansürcülük tuzağına düşmeyelim, bıçaksırtı bir mesele) ben yine okumayı sürdürürüm. Yazarı ne kadar çürümüş olsa da. Ezra Pound büyük bir edebiyatçıydı ama Nazi işbirlikçisiydi. Cezasını da kısmen çekti. Şimdi 2020 dünyasında Ezra Pound okunmalı mı, evet. Çünkü şiirlerinde o korkunç fikirlerin kırıntısına rastlanmaz. Kendisi bir utanç olarak hatırlanacak hiç şüphesiz ama eserleri onun iğrençliklerinden nasibini almayacak. Louis-Ferdinand Céline. Müthiş bir kalem; ama korkunç bir antisemitik. O çağda yaşasam kitaplarını elime sürmezdim ama bugün artık Céline yok ve ona "tövbe ettiremeyiz". Dolayısıyla Voyage au bout de la nuit (Gecenin Sonuna Yolculuk) başucu kitaplarımdandır. Bu çarpık durumu en güzel özetleyen Alain Resnais olmuş. Les statues meurent aussi (Heykeller De Ölür) belgeselinde şöyle der, "bir insan öldüğünde tarihe geçer, heykeller öldüğünde ise sanata dahil olurlar; bu ölüm botanisine de kültür diyoruz." Kısacası, başı öne eğik gezmesi gereken sanatçıların eserleri, ölümlerinden sonra kültürün bir parçası halini alır ve herhangi bir linç kampanyasına malzeme edilmesi gerekemez.

Siz ne dersiniz?

2 yorum:

  1. Ben de zaman zaman düşünüyorum bu meseleyi. Ama evde kendi kendime düşündüğüm için bir yere varamamıştım :) Kim olduğunu bildiğim halde Hamsun'u çok severek okuyorum ama Handke'yi bırak okumayı, kitabını eve sokmam. Niye böyle bir ayrım yapıyorum diye düşünüp herhalde aradan ne kadar zaman geçmiş olduğuyla bir ilgisi var diye karar vermiştim.

    Yazını okuyunca fark ettim, tabii ki yazarın fikirlerinin romanlarda ne kadar yer bulduğu da büyük bir faktör. Aradan 100 sene geçmiş diye Mein Kampf okumaya kalkmadığıma göre.

    (O dev purodan şüphelenip şarkının sözlerini gugılladım, pişman olmadım ahhahha :D)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aynen! Kafamın içinde döne döne bu yazıdaki halini aldı fikirlerim. Ve benzer çıkarımlara varmışız. Handke ölmüş olsaydı ve aradan zaman geçmiş olsaydı, muhtemelen okurduk. Ama bugün için söz konusu değil. En önemlisi de verdiğin örnek. Handke kitaplarında Kavgam tadında bir faşizm övgüsünde bulunsa ölüsünü dirisini okumamalı :D Keza Hamsun'u da okurken irkilmiyoruz çünkü çok şükür kitaplarında o manyak halleri yok. Varsa da henüz denk gelmedim.

      Dutronc Bey'in mizahi yönüne bayılıyorum. Hep bir alaycı hep bir karizmatik. Françoise Hardy vaktinde onda ne bulmuş anlayabiliyorum.

      Sil