(Fonda 'Ocean' çalar)
"Öyle çok parlamışlardı ki, o ışığı içinde barındırabilecek bir boşluk yoktu.
O yüksek mertebedeki grubu tanımlayabilmek için fiziğe başvurmalıydınız.
Onun içinde entropi vardı."
Todd Haynes imzalı The Velvet Underground belgeselinde (2021) grup bu sözlerle niteleniyor. Uzun zamandır bu kadar güzel bir tespit duymadım. The Velvet Underground, benim de hayatımı değiştirmiş gruplardandır. Hatta ilk üçtedir. Gözümü açmıştır. Müzik algımı genişletmiştir. O dünya dışı Venus in Furs'ü dinlediğim günü hatırlıyorum; korkmuştum. O güne dek böyle bir şey duymamıştım ki ergenliğimi psychedelic rock, acid rock gibi deneysel şeylerle geçiriyordum. "Cehennem kaçkını" şarkıyla tanışmamın üstünden belki yirmi yıl geçti ama size yemin ederim belgeselde çaldığı her an tüylerim diken dikendi. O yıkıcı etkisini hala atamıyorum. Çünkü bu şarkı o güne kadar oyuna dair konulan kuralları yerlebir etti. The Velvet Underground, dönemin ayrıksıları, hippiler için bile deneyseldi. Onlar bile kabullenemedi. Hiçbir cazibesi olmayan bir vokal, ayakta çalan kadın bir davulcu, kafayı deneysellikle bozmuş bir müzisyen ve dönemin aksine koyu tonlarda elbiseler giyen bir grup. Bence The Velvet Underground bir müzik grubundan ziyade bir sanat projesiydi. Müziğin çok ötesindelerdi. Andy Warhol'un himayesinde sektöre girdikleri için bunu vurgulamıyorum. Öyle oldukları için. Her şarkıları, bir tablo, bir heykel heybetinde. Belgeselde beni en çok etkileyen yer şu anektoddu: "The Velvet Underground, seyirciyi öyle büyülerdi ki şarkılarını aniden bitirirler ve seyircinin illüzyondan uyanıp tepki vermesi için beş saniye geçmesi gerekirdi." Bu kadar güçlü olmalarının en önemli sebebi, bence, grup elemanlarının her birinin bir gruba bedel olmasıydı. Bu şans çok az gruba tanınmıştır. Çoğu müzik grubu bir veya iki elemanın üstünden kurgulanır. Diğerleri onlara eşlik eder. The Velvet Underground ise tıpkı Led Zeppelin veya The Beatles gibi yekpareydi. Ayrıca bugün drone müziğinden, punk rock'tan, post-rock'tan söz ediyorsak bunu onlara borçluyuz. Belgesele dönersek, açıkçası ben Todd Haynes sinemasını severim, fakat elindeki materyalin genişliğine göre biraz zayıf buldum. Yanlış anlaşılmak istemem. Film kötü değil. Hatta gruba dair sıfır bilgisi olan biri için ilgi çekici bile olabilir; ama bu proje benim kucağıma bırakılsa, iddia ediyorum çok daha ilgi çekici şekilde sunardım. Filmin özellikle ilk yarısı çok zayıf. Yine dağılış süreci geçiştirilmiş ve ardından yaşanan kısa "ihanet" bölümü atlanmış. Ha, peki ne oldu da sonra fikrim değişti? Çok basit. Duygularımıza hitap ediyorlar son bölümde. Kayıplar ekrana yansıtılıyor. Lou, Sterling, Nico.. bu isimleri kara kaplı ekranda görüp, artık bizimle aynı havayı solumadıklarını hatırlamak yeterince üzücü. Filme dair en çok sevdiğim şey ise hakkaniyeti. Genelde böylesi belgesellerde soliste eğilinir ve grup sonrası onun ne yaptığı anlatılır. Burada filmin bitimine yakın diğer üyelerin solo işlerini ekrana yansıtarak çok şık ve adaplı bir harekette bulunuyorlar. Zira yukarıda bahsettim, bu isimlerin hiçbiri alaleade müzisyenler değil. O albümlerin hızla geçtiği saniyelerde yoğun duygular içindeydim. Nico'ya duyduğum özlem bir kez daha depreşti. Geride sadece "Rönesans insanı" John Cale (bu adama çok şey borçluyum - bilahare yazarım) ve hala muhafazar görüşünü (ve mizahını) sakladığına şahitlik ettiğimiz Maauren Tucker'ı canlı canlı görmek duygusaldı. David Bowie, John Waters ve Mary Woronov gibi isimlerin ufak katkıları da filmi zenginleştiriyor. Şunu da eklemeden edemeyeceğim film sırasında grubun birçok şarkısını duyuyoruz ve içimden şunu geçirdim "inşallah sona All Tomorrow's Parties bırakılmamıştır; perişan olurum", beklenen oldu. Şarkıyı dinlerken jeneriği izlemek beni zamanda yolculuğa çıkardı.
Sinema benim için bir yanılsamadan ibaret. Bu yüzden de slayt gösterisinden hallice sanat filmlerini sevmem (Tarr ve Antonioni gibileri kastetmiyorum). Büyük büyük laflar eden filmleri sevmem. Kendisine Heidegger yapıtı muamelesi çekilmesini bekleyen filmleri sevmem (hele o "film okumalarını" hiç sevmem). Benim beklentim büyülenmektir. Sinema da aslında tam buradan çıkmıştır. Büyülü fenerin yansıttığı görüntülerdir. Bugün o sıkıcı filmler harici ne görüyoruz? Hiçbir yaratıcı tarafı olmayan (dahası kendi kopyalarına dönüşen) ve giderek videoya evrilen süperkahraman filmleri. İşte bu iki kutbun arasında kalan "gri" alan benim oyun alanım ve maalesef sinema bu alanı boşladı. O alana neler giriyor: aksiyon filmleri, romantik filmler, deneysel yapımlar, vs. Bunların dişe dokunur örnekleri artık yok. Ya laf olsun torba dolsun diye çekilen dev bütçeli filmler var, ya da festivallerde ödül kovalayan filmler. Seyirciye "hissettirecek" ve ona "yalan söyleyecek" filmler yapılmıyor. Bu yüzden Sorrentino'yu seviyorum. Adam o Fellini karnavalını bugüne taşıyor. Tıpkı Gabriel Garcia Marquez'in büyülü gerçekçlikle yaptığı gibi. Filmler çok absürd ama bir o kadar gerçek. Son filmi The Hand of God, geçtiğmiz günlerde, Netflix'te yayınlandı. Gene başardı. İki saat boyunca bana paralel evrende bir gerçeklik yaşattı. Çok güldürdü. Sonra da bir o kadar hüzünlendirdi (bir sahne resmen boşluğuma geldi, dizlerimi dövdüm). Sinemayı bana hatırlattı. Böyle bir şeydi sinema. Nerede bu filmler? Neden sinema flulaştı? "Dede" gibi konuşmak istemem. Ama ben sinemanın ezici gücünü hissedemiyorum artık.
The Hand of God'ın iyi olduğunu Twitter'da kimden olduğunu unuttum ama güvendiğim birinden duymuş ve aklıma yazmıştım. Sen de öyle güzel ifade etmişsin ki seyretmem şart oldu. Hatta ortak boş vakit bulunca, arada aile film gecesi yapıyoruz, beraberce izlenir. Ne demek istediğini çok iyi anladım. The Velvet Underground Apple TV'de mi? Onu şu an izleyemeyeceğim o zaman:)
YanıtlaSilBu ara pek bir şey izleyemedim. Seninkiler çok iyiymiş. Yazdım aklıma.
O kadar şatafatlı bir film diyemem ama The Electrical Life of Louis Wain de bence şuan vizyonda olan en izlenebilir film :) Resim, kediler, aşk.. güzel ne varsa filmde :)) Benedict Cumberbacth'in belki de izlediğim en iyi performansıydı. Oscar moscar bir şeyler verilmeli. Nedense bu film arada kaynadı. Adını bile duymadım. Geekyapar videosunda öğrendim. Soluğu salonda aldım :)
SilVelvet Apple'da evet :)
Duydum ben, duydum. Daha çıkmadan biliyordum. Louis Wain çok fena aklımda kaldı. Orhun'la gidecektik hatta, kedi delisi ya. Bir de renkli işleri çok sever. Resim vs. de benlik. Bir de adamı çok seviyorum:) Ama yok, korktum bu ara herkes covid pozitif çıkınca:) Üçüncü aşıyı da olduk ama çıkamıyorum, bir korku geldi yine. Geliyorlar gidiyorlar:) Öf, ne yapsak şimdi, çok aklımda ya:(
SilŞimdi baktım, şu an İstanbul'da sadece üç sinemada gösterimde:( Yakınımızda olanı kaçırdık.
Sil:( Prime Video'nun yakında gösterme ihtimali olabilir. Zaten film Amazon yapımı ve Abd'de aynı anda platformda da gösterime sokuldu. Haberim olursa bildiririm :))
SilNe ilginçmiş hayatı. Kedilerini biliyordum da.. Kendisini hiç tanımıyordum. Kedi takıntısının sebebini öğrendik :/