Zihnin Arka Sokakları

"Ve en sonunda göreceğin aşk, verdiğin aşka eşit olacaktır." - The Beatles (The End) 🎵🐝💕🌻🌍🐾

26 Şubat 2021 Cuma

Niş Bir Müzik Filmi ve Mücadeleci Bir Kadın Hikayesi


Bana "hayranı olduğun üç kadın sanatçıyı sayabilir misin?" deseniz tereddüt etmeden kendisine yer vereceğim isimlerden biri Nico olurdu. Yaşamıyla, sanatıyla ve gücüyle beni farklı boyutlardan etkilemeyi başarıyor. Gerçek bir savaşçı. Büyük puntolarla konuşmayı sevmiyorum; ama bugün biraz kendime çalışacağım ve Nico konusunda iddialı olduğumu belirtmeliyim. Geekliğe varan bir sevgim var. Bootleg kayıtlarından, fotoğraflarına, plaklarında, cd'lerine kadar aklınıza ne gelirse bulduğum şeyleri arşivime katıyorum.

Nico'ya dair birkaç tane biyografi kitabı yayınlandı. Doksanlarda yine Nico Icon diye bir belgesel çıktı (müzikseverlere önerilir). Bunlar dışında elimizde pek de bir şey kalmıyor. Nico tam bir esrar perdesi. Hayatına dair bilinen şeyler genelde çelişkilerden, iddialardan oluşmakta. Haliyle pürüzsüz bir ikon çizilemiyor.

Bunu ilginç buluyorum; çünkü Nico dendiğinde ortalama bir müzikseverin aklında az çok bir şeyler beliriyor. Hayranı olmasanız da The Velvet Underground'la beraber kaydettikleri albüme aşinasınızdır (hani şu kapağında muz olan albüm). Hollywood da boş durmayıp o şarkıları sık sık filmlerinde dizilerinde kullandı. All Tomorrow's Parties, en bilinen şarkısı olabilir. Oysa Nico, bu grupla anılmaktan nefret etti. Son nefesine kadar.


Yazımın konusu Nico, 1988 filmi olsa da biraz olsun Nico'dan bahsetmek istedim; çünkü bu film, oldukça kısa bir dönemi ele alıyor ve Nico hakkında az çok fikri olmayan bir seyirciye hitap etmeme riski var. Dolayısıyla filmi merak edenler için hap formunda ufak bir Nico yazısı yazmak istedim.

Nico, ilginç bir karakter. Berlin'in yıkıldığı günler, çocukluğuna denk geliyor. Babasının nasıl öldüğüne dair birçok söylenti var ama tek söylenebilecek şey savaşta öldüğü. Yahudileri kurtarırken mi öldü, yoksa bir Nazi askeri olarak onursuz bir şekilde mi bilemiyoruz. Almanya'nın yıkıntıları altında çocukluğunu yaşayan Nico, 13 yaşında siyahi bir Amerikan askerinin tecavüzüne uğruyor. Muhtemelen de yaşadığı bu travma, sıkça bahsedilen ondaki siyahi ırkçılığın kaynağı.

(Nico'nun ırkçılığı çok tartışılan bir mevzu ve açıkçası ben yıllardır o kadar çok şey okudum ki, tüm bunlara rağmen ben bile emin olamıyorum. Gene de günün sonunda ırkçı yaftasını biraz haksızlık olarak görüyorum zira çaldığı grubunda epey çeşitli gruplardan insanlar vardı. Kayıtlara geçmiş bir vukuatı da yok. Efsanevi rock mekanlarından biri olan Chelsea Oteli'nde "siyahilerden nefret ediyorum" diye bağırıp bir kadına saldırdığı hadisesinden bahsedilir ama çok fazla detayı bulunmadığı ve teyit edilemediği için bilemiyorum).

Modellik yaparak başladığı profesyonel yaşamına Fellini'nin unutulmaz La Dolce Vita filmindeki ufak rolüyle devam eder. Ana dili olan Almanca dışında Fransızca ve İngilizce dillerine hakim olan Nico, dönemdaşlarına göre epey entelektüel bir kişilik.

Sıradışı fiziki güzelliği, yaşamı boyunca onun laneti olarak peşinden geldi. Öyle ki, altmışlar rock sahnesinde Nico denince akla sadece soğuk İskandinav çekiciliği geliyordu. Kendisi gerçekten de Beowulf karakterlerini andırıyor. Haliyle hayatına giren herkes onun fiziğinden yararlanmanın peşindeydi. Alain Delon'la birlikteliğinden erkek bir çocuk sahibi oldu; Delon bu çocuğu hayatı boyunca reddeti ve bakımını üstlenmedi (Nico'nun hayat tarzı yüzünden Alain'nin ailesi, çocuğun bakımını üstlendi ve uzun yıllar aralarına mesafeler girdi - Nico Icon belgeselinde çocuğun büyükannesi şöyle der: "Nico, bazen onu ziyarete geldiğinde elinde hediye olarak sadece bir portakal olurdu").

Andy Warhol da Nico'nun fiziğiyle ilgileniyordu ve kurmakta olduğu gruba "çekici" bir kadın vokalist ararken yolu onunla kesiştiğinde tereddüt etmeden, grubun itirazlarına rağmen onu gruba aldı. Nico, yeni grubu The Velvet Underground'la o dönem karşıt kültür içinde epey yer edindi. Partilerde dolaştı. Fakat bulunduğu yeri benimsemedi. O "müzik" yapmak istiyordu, üç beş erkeğin fantezisi olmak değil.

Birkaç dil bildiğinden söz etmiştim. Grupta yer alan Lou Reed, durmadan Nico'nun telaffuzuyla dalga geçiyordu (oysa ki Alman birinin o yıllarda İngilizce şarkı söylemesi Amerikalılara yabancı gelmemesi lazım-bakınız Marlene Dietrich). Femme Fatale şarkısını okurken Nico, kelimeyi olması gerektiği gibi Fransızca vurgularken ("fam fatal") Lou ise durmadan dalga geçip onu düzeltmeye ("fem feteal") çalışıyordu. Yeri gelmişken eklemek lazım. Nico'nun bir kulağında sağırlık vardı, dolayısıyla bugün bile bazılarının alay ettiği o kendine has şarkı söyleyiş tarzının bir kaynağı var.

Sadece bedenini değil ruhunu da sömürmeye başlayan bu "erkekler kulübü"ne sırtını çevirme kararı aldı ve müzik tarihinin gördüğü en ilginç kariyerlerden birinin de temeli atıldı. İlk albümü Chelsea Girls, büyük bir başarı yakaladı. Dönemin önemli yapımcılarından Tom Wilson'la çalıştı; fakat sonuç kendisini hiç tatmin etmedi. Anlam veremediği düzenlemelerle şarkılarının mahvolduğunu düşündü. Ve ana akım müziğe tamamen sırtını çevirdi. O artık sadece kendi sanatını yapacaktı.

Bu kararı alırken onu cesaretlendirenlerden biri de yakın arkadaşı Jim Morrison'dı. Morrison'la beraber çöl yolculuklarına çıkar, yolculuklarda gördükleri halisünasyonları not ederdi. Bir gün Morrison, kendisine "neden rüyalarını yazmıyorsun" dedi ve Morrison'ın bu önerisi sonucunda Nico'nun "gerçek" kariyeri başladı.

O güne dek "sarı saçları" ile erkeklerin aklını başından alan Nico, saçlarını kuzgun siyahına boyadı ve yaşamının sonuna dek "çirkin" görünmeyi tercih etti. Öyle ki birisi ona "ne kadar güzelsin" dese, Nico bunu bir hakaret olarak algılıyordu. Bundan sonra fiziğinin sanatını gölgelemesine izin vermedi.

Eski grubunda beraber çalıştığı John Cale'in desteğiyle The Marble Index'i kaydetti. Bu albüm günümüzde punk müziğin temeli olarak görülüyor. Özellikle de Nico'nun imajı. Simsiyah saçları ve makyajıyla. Birbirinden melankolik sekiz şarkı cabası elbette (No One Is There ve Evening Of Light'ı dinlemek lazım).

Cale'in yardımlarıyla Desertshore ve arkadaşının ölümünün ardından kendisine bir saygı duruşu niteliğinde The End'i kaydetti (her iki albüm de benim tüm zamanların en depresif albümleri listemdedir). Belki hiçbiri listelerde başarılı olamadı fakat kendine has, niş bir kitle yarattı. Rock müziğe erkeklerin "arkasında" durarak elindeki tefi çalmakla başlayan "güzel" Nico, sahnenin "ortasında", alışılmadık enstrumanlar çalan, "çirkin" bir sanatçıya dönüşmüştü.

Tüm bu "güçlenme" faslı beraberinde yıkıcı yan etkileri de getirdi. Nico, iflah olmaz bir madde bağımlısına dönüştü ve on beş yılı aşkın bir süre bu batakta debelendi. Seksenlere gelindiğinde sahnelerde ayakta duramaz hale geldi. Öyle ki kendisi de ne yaptığının ne söylediğinin farkında değildi. Hayalini kurduğu "çirkinleşme" projesi, yerini bir yıkıma bıraktı. Altmışların "afet"i (tık tık), bugün mahvolmuş dişleri, bulanık zihni ile haftalardır yıkanmayan bir kadına evrilmişti. Şu fotoğraf her şeyi özetliyor.

Talihin bir cilvesi midir bilinmez, en iyi albümlerini de bence yine bu yıkık dönemde kaydetti. Drama of Exile ve Cale ile çalıştığı son albümü Camera Obscura, rock tarihinin en cesur kayıtları arasındadır. Fiziksel ve mental olarak dibi vursa da sanatçı kimliğiyle zirvedeydi. Oğlu Ari'nin intihar teşebbüsleri, bitmek bilemeyen turneler ve bağımlılık günleri arasında bu albümleri nasıl oldu da ortaya çıkardı hala inanamıyorum. Dahası o yıllarda verdiği tüm konserler birbirinden farklıdır. Aynı şarkıları söylese bile düzenlemeleri durmadan değişir. Bir gece önce dinlediğiniz şarkı dün caz formundayken bugün synthpop'a evrilir. Nico ve "acemi" grup elemanları, o dönem gerçekten usta işi çalışmışlardır.

* * *

Nico, 1988 filmi de işte bu fırtınalı yıllara odaklanıyor. 1986 yılından başlayarak peş peşe 3 yıl boyunca Nico'nun hayatındaki dönüm noktalarına dokunuyor. Açıkçası izlediğim müzik filmleri içinde epey farklı bir yere konumlandırdım. Zira bu film alışılagelen bir müzik filmi değil. Normalde ne beklenir? Çeşitli olaylar yaşanır. Karakterimiz gelişim gösterir. Müzikler çalar. Kapanış. Bu film ise daha içsel bir yolculuğu işliyor. Olayların sayısı az, odaklanılan şey ise Nico'nun hissettikleri.

Elbette önemli olaylardan bazılarına yer verilmiş; mesela olaylı Demir Perde turnesinin ayaklarından Çek Cumhuriyeti konseri. O yıllarda komünist ülkelerde izinsiz konser verilemiyordu ve Nico, tamamen spontane bir biçimde, son andaki duyurularla sahne alıyor. Brno barda çıktığı, 300 kişiye çaldığı geceye dair bootleg'i bulup dinlerseniz gecedeki gerilimi de hissedersiniz. Nico, şarkı aralarında "fazla zamanımız kalmadı" diyip durur ve hatta bir şarkı geçişinde seyirci alkışlarken "çocuklar alkışa da vaktimiz yok" der. Tek dertleri polis gelmeden tezgahı toplayıp uzamak. Filmde de bu konser yerine Prag Üniversite'sinde verdikleri konsere yer verilmiş. Çok da güzel kurgulanmış. Apar topar başlayan konser, polislerin baskınıyla yarıda kalır ve Nico'yu menajeri ile arkadaşları karga tulumba mekandan uzaklaştırır. Bu illegal konserlerden birine katılan seyircilerden Lenka Zogotova şöyle diyor:

"Tamamen yıkıcı bir deneyimdi, Nico'nun gelişi, bence Rolling Stones'un gelebilmesinden daha önemliydi. O dönem Nico, bizlerin idolüydü."

Nico, muhtemelen de öyleydi. Soluk almak isteyen gençler için, ötekiler için bir kaçıştı. İster bir Demir Perde'nin altında ezilsin, isterse "özgür" bir dünyada. "Çirkindi" ama ötekilerin sesiydi. İyi bir anne miydi, kötü bir anne miydi... Pis bir eroin bağımlısı mıydı, değil miydi... Irkçı mıydı, değil miydi... Bu soruların hiçbir önemi yok; çünkü hepsi magazinsel sorular ve Nico, cesur bir sanatçıydı, sanatına bu denli sahip çıkan kaç sanatçı tanıyorsunuz, esas soru bu. En benim diyen ve kendini avant-garde ve yenilikçi gören sanatçıların dahi para uğruna ne şekillere girdiğini biliyoruz.

Filmin "kumaş"ı da çok değerli. Öyle incelikli bir iş çıkarılmış ki, Nico'nun allık sürüşünden takılarına dek hiçbiri ıskalanmamış. Başrolde ezelden beri hayranı olduğum Trine Dyrholm var. Son dönemlerde çıkan müzik filmlerinde izlediğimiz korkunç oyuncuklara rağmen Dyrholm, bir karikatüre dönüşmek yerine canlandırdığı sanatçıya azami saygıyı göstererek hayat vermiş. Fiziksel "andırma"dan ziyade beni heyecanlandıran şey oyuncunun, Nico şarkılarını kendisinin seslendirmesi. Müzik filmlerinde oyuncuların orijinal şarkıları seslendirmesine her zaman mesafeli yaklaşmışımdır. Çünkü çoğunlukla çuvallanır. Ama burada tam tersi yaşanmış. Oyuncu dersine öyle bir çalışmış ki, Nico'nun dirilip şarkıları kaydettiğini hissedebilirsiniz. Vurgulamaları, esleri her şeyi düşünülmüş. Alman telaffuzu da karikatürize edilmeden eklenmiş. My Heart is Empty gibi çok sevdiğim bir şarkısı öyle bir düzenlenmiş ki utanmasam orjinalinden daha da iyi olmuş diyeceğim. Yabancıların tabiriyle "hauntingly beautiful" (ürpertici güzellikte?). Nibelungen'in albümdeki kayda uygun bir şekilde akapella okunması ve kanlar içindeki oğluna sarıldığı sahnenin ertesinde My Only Child'ı okuması da bir başka incelik.


Sonuçta bu bir film olduğu için içinde kurgu da barındırmakta. Ama genel anlamda yaşanmışlıklardan yola çıkılmış. Bu çok açık. Ve hatta en "dürüst" müzik filmlerinden biri diyebilirim. Oğlu ile ve menajeriyle röportajlar yaparak çalışılmış. Ajitasyona kaçılmamış. Nico acındırılmamış. Ama acılar da apaçık yansıtılmış. Bu bağlamda değerli bir film.

İlk sahne ile son sahnenin bağlanması ve bunun Nico'nun öldüğü günü anlatması da hoş bir tercih olmuş. Nico hayranları, o gün çıkacağı bisiklet yolculuğunun onun ölümüyle sonuçlanacağını bildikleri için filmin her iki ucunda da kalpleri bir cız ediyordur. İntihara teşebbüs eden oğluyla beraber çıktıkları "rehabilitasyon" tatilinde, soluksuz ilerleyen turnelerden ve uyuşturucudan uzaklaşmayı başaran Nico'nun, son yılların en sıcak yazında, bisiklet tepesinde ani bir beyin kanaması geçirerek yol kenarında ölmesi de epey trajik.

Nico öldüğünde 49 yaşındaydı. Belki arkadaşlarından görece daha uzun yaşadı fakat kullandığı harmoniumu çalındığı zaman ona yenisini satın alan arkadaşı Patti Smith kadar uzun bir hayatı olamadı. Yaşasa, tamamen temizlenebilse ve onu dünya gözüyle seyredebilseydik, bunu çok isterdim. Ama nihayetinde o "yaşadı" ve erkek egemenliğine yenilmedi; hafızalarda "plastik bebek" olarak değil, "gotik kraliçe" olarak kazındı.

Filmi çekilesi bir hayat hikayesi. Ve layığıyla çekilen bir film. Alkışlıyorum. Nico projesine gönlünü verdiği anlaşılan Susanna Nicchiarelli'yi alkışlıyorum; bu bir hayranın çekebileceği bir film.

8 yorum:

  1. of of of :(
    bu kadar ayrıntıyı bilmiyordum Nico hakkında. belgeseli bulabiliyor muyuz
    internette hemen bakacağım akşama. ne yaşamlar var. Patti bir çok kişiden
    ayrı yaşıyor şimdi de ..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Icon belgeselini Youtube'ta bulabilirsiniz. İngilizce altyazı seçeneği de olmalıydı yanlış hatırlamıyorsam :)

      Nico gerçekten filmlere ve belgesellere konu olacak bir hayat yaşadı. Neden daha fazla üzerine yazılıp çizilmedi bilmiyorum. Sonuçta seyirci drama sever. Pekala düzgün bir pr ile sinemalarda da gişe yapabilirdi. Control mesela benim beklemediğim ölçüde bir tanınırlık kazanmıştı vaktiyle. Ama yine de bir yandan böylesi belki daha iyidir çünkü Nico 1988, olabilecek en az tahrif edilmiş hayat hikayesi filmlerinden. Sanatçının meşhurluğu arttıkça arkasından atıp tutacak kişilerin sayısı da artıyor :)

      Sil
  2. Finalde ben de seni alkışlıyorum. Soluksuz okudum, fazla söze gerek yok! Muhteşem bir yazıydı... Ve anlaşıldı ki bugün günlerden NİCO. Mecbur -gün boyu- dinlenecek!:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bir süredir Nico hakkında uzun uzun yazmak istiyordum. Film yazımda ufak tefek fikirlerimi de paylaşayım bari dedim :) The End ve Desertshore albümlerini her ruh halinde dinleyemesem de bugünlerde Camera Obscura iyi gider sanırım :))

      Sil
  3. Ah nico ben de merak ettim... emeğine sağlık bakacağım :(

    YanıtlaSil
  4. Bu kadar bilgim yoktu, yazı iyi geldi. Teşekkür ediyorum. İlk fırsatta Nico 1998'i izleyeceğim.

    YanıtlaSil