Zihnin Arka Sokakları

"Ve en sonunda göreceğin aşk, verdiğin aşka eşit olacaktır." - The Beatles (The End) 🎵🐝💕🌻🌍🐾

22 Kasım 2015 Pazar

Elveda Marianne

Biraz sancılı bir süreç oldu aslında. Marianne Faithfull konseri için birçok tarih verildi. Fakat bir türlü gerçekleşemedi. 26 Nisan 2015 dendi; Marianne rahatsızlandı, ameliyat oldu. 13 Ekim 2015 dendi; ülke gündemi sebebiyle iptal edildi. Ve nihayet 20 Kasım 2015 dendi ve hayaller gerçek oldu. 50. Yıl turnesi kapsamında İstanbul'a geldi ve bizlerde yeni yürek yaraları açarak veda etti.

Peki kim bu kadın ? Neden ısrarla değişen tarihlere direndim ve konsere gitmek için deyim yerindeyse şartları zorladım ? Cevabı basit. Kendisi Marianne Faithfull. Rock camiasının baştacı. Mick Jagger'ın sevgilisi. Keith Richards'ın sevgilisi. Bazı kaynaklara göre Bob Dylan'ın da bir dönem sevgilisi. William Burroughs ve Serge Gainsbourg arkadaşlarından bazıları. Kendi idolleri Billie Holiday ve Marlene Dietrich. Oyunculukta da kendini göstermiş (sinema tarihinde f-word yani f*ck kelimesini ana akım bir filmde kullanan ilk oyuncu), bir dönem moda ikonluğu bile yapmış. Ve hepsi bir yana, duygulara hitap etmesini bilen nadir şarkıcılardan. Hiçbir zaman sıradışı bir sesi olmadı. Vasat bile denebilir. Ama her daim tutku dolu. Her zaman güçlü.

İki gitaristin efsane Faithfull şarkılarından biri olan Strange Weather'ı doğaçlama şekilde çalmasıyla başladı konser ve bir elinde bastonuyla, siyahlar içerisindeki Marianne sahnede belirdi. Geçen sene kalçasını kıran ve enfeksiyon yüzünden birkaç ay önce yeniden ameliyat olmak zorunda kalan Marianne yürümekte biraz zorlansa da kendi deyimiyle "hiçbir şey Marianne'i durduramaz"dı. Üç adım önüme kadar geldi ve bastonunu kaldırarak salonu güleryüzüyle selamladı. Hepimizin gözlerinin içine bakarak. Türkiye'yi seven bir şarkıcı kendisi. Altıncı konseriydi İstanbul'daki ve bir sonraki konser için gece sonunda yeniden sözleştik.

Yeni albüme adını veren Give My Love to London ile start verildi. Kötü zamanlar geçirdiğini ve bundan pek bahsetmek istemediğini söyledi. Tek olumlu yanıysa, sürekli yatmak zorunda olduğu için şarkı yazma konusunda oldukça verimli bir dönemmiş. Pek konduramasak da bu kötü günlerin izleri kaçınılmaz şekilde belli oluyordu. Tüm konser boyunca kimi zaman ayakta bastonundan destek alarak şarkılarını okudu, kimi zamansa yardımcısı Anna Maria'yı çağırıp sandalyesine oturdu. Bazen şarkı sözlerini unuttu, bazense ufak ufak öksürdü. Ama dedim ya, kendisi Marianne Faithfull. Bir şekilde hepsinin üzerinden gelmeyi başardı.

Keşke ben yazmış olsaydım dediği The Stations gecenin ikinci şarkısıydı ve bende tüm gece sürecek olan melankoli furyasının başlangıcı oldu. Babanın ölümünden bahseden bu şarkıyı canlı olarak dinlemek çok istiyordum. Özellikle şu dizeleri tam karşımda Marianne'den dinlemek bambaşka diyarlara götürdü beni;

"Sevinci hissediyorum; diyorlar ki 'yakında burada olacak'
Şimdiyse odamın dört bir yanı iblis kaynıyor*
Diyorlar ki '(o) senin içinde yaşıyor'; diyorlar ki '(o) senin için öldü artık'
Ve şimdi onun ayak seslerini duyuyorum, neredeyse her gece"

*Marianne o sırada elleriyle iblisleri canlandırıyor.


Dedim ya, kendisi hiçbir zaman sesiyle önplanda olmadı. Onu özel kılan şarkıları söylerken duyguları yaşaması ve yaşatması. Bir de kendine has "serseri yönleri". Görece yeni bir şarkı olmasına rağmen Marianne'in klasiklerinden biri kabul edilen Vagabond Ways'ten bahsediyorum. Gazete küpüründe rastladığı bir öyküden yola çıkarak yazdığı bu şarkıda aslında bir nevi kendi serseri duruşuna da selam çakıyor.

"Ah, lütfen doktor
İçki içtim, madde kullandım, seksi seviyorum ve çok sık dolaşıyorum
İlk bebeğimi on dördümde kucağıma aldım
Ve evet, sanırım serseri yönlerim var.
Lütfen, içeri tıkma beni; lütfen serbest bırak beni
Eğer serbest bırakırsan, söz veriyorum geri dönmeyeceğim; deniz ötesi gemiye atlayacağım
Gencim ve fakirim ve evet korkuyorum."


Kendi hayatından şarkılarında fazla bahsetmeyi sevmeyen ve "her nasılsa" aşktan çok sözetmeyen Marianne'in nadir aşk şarkılarından biri olan Love More or Less her zamanki gibi kalpleri titretti.

"Ve ben hep düşünürdüm, aşkın, siyah ve beyaz olarak görülebileceğini"

Eski sevgilileri Mick Jagger ve Keith Richards'ın ortaklaşa yazdığı As Tears Go By'a geliyor sıra. Şarkıya geçmeden önce şakayla karışık bir uyarıda bulunuyor; "bu en iyi şarkıların toplandığı bir turne değil, öyle bir şey bekliyorsanız başka konsere gidin en iyisi; ama tabii bu gece klasiklerden de okuyacağım".

"Günün akşamıydı. Oturdum ve çocukların oyununu seyre koyuldum
Gülen yüzler görüyordum ama benim için değildi
Oturdum ve seyrettim, gözyaşların süzülüşünü"

Temmuz ayında Caz Festivali kapsamında düzenlenen Joan Baez konserinde de dinlediğim It's All Over Now, Baby Blue şarkısı gecenin süprizlerinden biriydi. Normalde Bob Dylan'ın şarkısı olmasına rağmen Marianne, ellerde akustik gitarlar ve teflerle çevresine toplanan grup elemanlarıyla öyle bir yorum getirdi ki, Baez'in yorumunu da Dylan'ın yorumunu da gölgede bıraktı.

"Şimdi terk etmelisin, ne alman gerekiyorsa al,
Ama neleri saklamak istiyorsan da bir an evvel el koymalısın 
Şurada duruyor yetim çocuğun, elinde silahıyla
Ağlıyor, güneşteki ateş gibi
Baksana, azizler geliyor 
Ve her şey sona erdi, melankoli bebeğim"

Uyuşturucu kullanımı ve sigara tiryakiliğiyle gibi kötü alışkanlıklarıyla nam salan birisi Marianne; öyle ki zamanında The Rolling Stones kendisi için Sister Morphine'i yazıyor. Hastalık durumu göz önünde bulundurulursa kötü alışkanlıkları bırakmasının çoktan zamanı gelmiş olmasına rağmen sigaradan vazgeçebildiğini söylemek zor. Elektronik sigarasını eline alıyor ve "umarım panik atak geçirmem bunu yaparken" diyerek bir fırt çekiyor. Salonda gülüşmeler; Marianne soruyor "neye gülüyorsunuz". Gülüşmeler.

Gecenin belki de en büyülü şarkısı, Marianne'in sigara dumanı henüz dağılmadan başlıyor. 60'ların sonunda folk şarkıları söyleyen tanınan bir şarkıcı iken Jagger'dan ayrılan Marianne, oğlunun velayetini kaybeder ve intihar teşebbüsünde bulunur. İki sene boyunca Londra sokaklarında yaşar. Eroin bağımlısıdır ve anoreksi belirtileri gösterir. Uyuşturucu bataklığına saplanan ve adı neredeyse unutulan Marianne'in 1979 yılında çıkardığı Broken English, kendisinin geri dönüş albümü kabul edilir. Tüm zamanların en iyi rock albümleri listelerinde her daim boy gösteren bu albüm zamanında Grammy'e bile aday gösterilir. Albüme ismini veren şarkının ilk notalarının duyulmasıyla salonda alkış tufanı kopuyor ve kendisi ekliyor; "ne zaman listede adını görsem şaşırdığım, sizin de benim de iyi bildiğimiz bir şarkı, Berlin'de uzun zaman önce yazmıştım"

Şarkı aralarında içtiği bitki çayının etkisinden mi yoksa terörün ve savaşların kol gezdiği bir dünyada bu şarkıya duyulan ihtiyaçtan mı bilinmez, o saate kadar çatlak bir sesle şarkıları okuyan Marianne, Broken English'te en ufak bir falso vermiyor. Albümdeki gibi synthler yerine bu sefer davulun seçilmesi de şarkıyı daha da kuvvetlendirmiş. Dinlerken yürekleri titretti adeta.

"Eski bir savaş sadece; Soğuk (bir) Savaş bile değil
Rusça telaffuz etme, Almanca telaffuz etme; kırık bir İngilizce'yle söyle
Babanı kaybet, kocanı kaybet, anneni kaybet, çocuklarını kaybet
Ne için ölüyoruz peki ? Bu benim gerçekliğim değil
Ne için savaşıyorsun ? Ne için savaşıyorsun ? Ne için savaşıyorsun ? Ne için savaşıyorsun ?"

Bitişindeyse sol yumruğunu havaya kaldırıyor ve alkışlar dakikalar boyu susmuyor. Eline aldığı bastonuyla, sol yumruğu havada sıkılı şekilde sahnenin önüne geliyor ve selamlıyor herkesi.

Hemen ertesinde albüm kaydını pek beğenmediğim fakat konser düzenlemesiyle kendini sevdiren Wilder Shores of Love geliyor.

Geçen sene geçirdiği ameliyatlar yetmezmiş gibi bir de hayatında en çok sevdiği insan ölüm döşeğindeymiş. Doktorların umutsuz konuşması karşısında morali altüst olan Marianne, soluğu eski dostu Nick Cave'de almış ve sormuş; "Nick, ben ne yapabilirim söyle bana". Cevap kısa ve öz; "şarkı yazabiliriz". Deep Water işte bu sıkıntılı bekleyişin ürünü.

"Derin sular içerisinde yürüyorum, elimden gelen tek şey bu
Derin sular içerisinde yürüyorum, sana ulaşmaya çabalıyorum
Yüzün benden saklanıyor; aşkınsa apaçık ortada..
Derin sular içerisinde yürüyorum, kaybedecek vakit yok
Derin sular içerisinde yürüyorum, seçecek bir şey kalmadı geride..
Kim korkularımı dindirecek ? Kim gözyaşlarımı silecek ?
Derin sular içerisinde yürüyorum, denize yakınım
Derin sulara soruyorum; 'aşkımı sakın benden koparmayın'"

Peki sonra ne mi olmuş; Marianne'in sözleriyle "büyüsü, duası işe yaramış" ve hayata dönmüş.

Genellikle albüm tanıtım konserlerine denk gelmeyi sevmem çünkü yeni şarkıları hazmetmesi zaman alır. Fakat Give My Love to London o kadar iyi bir albüm ki tüm gece boyu yeni şarkılarını okusa gıkımı çıkarmazdım. Herkesin sevdiği bir şarkısı vardır yeni albümden fakat benim gözdem Late Victorian Holocaust. Bereket versin ki o şarkıyı da dün gece o salonda dünya gözüyle seyrettik. Şarkılardan önce konuşmayı pek seven Marianne, bu şarkının da hikayesinden kısaca bahsetti. Nick Cave'le beraber (kendi deyişiyle Marianne CaveCaveCave ailesiyle) uyuşturucu bağımlıları üzerine şarkı yazmayı düşünmüş ve ortaya bu çıkmış (bağımlılık üzerine yazılmış yeni bir şarkısı olduğu için bu saatten sonra elli yıldır okuduğu Sister Morphine'i okumak zorunda olmadığından dolayı da çok seviçli). Bağımlıların kitleler halinde ölmesini anlatan ve bunu "soykırım"a benzeten şarkıyı anons ederken Marianne tüm bağımlıların da sevgiye ihtiyacı olduğunu söyledi. Madde bağımlılığı gibi kötü alışkanlıkların kutsanmasını doğru bulmuyorum ve zayıflık belirtisi olarak görüyorum ama şurası bir gerçek, bu dünyada herkesin sevgiye ihtiyacı var.

"Goldborne Yolu’ndan yukarı, kanımızda yıldız ışıklarıyla
 Köprünün üzerinden ve kanal boyunca 
(Adeta) geç Viktorya Dönemi soykırımıydı, dostum 
 Karanlıklar içersindeki yıldız bebekleriydik 
Meanwhile Park’ta kusuyorduk; sonrasındaysa birbirimizin kollarında uyuyorduk
Mutluluktan ötede, acılardan ötede; tatlı ufak uyku
Düşlerim saklaman için senindir.. 

Goldborne Yolu’na dönüyoruz, işte gidiyoruz 
Ama kimse bir daha uyanamayacak 
Ve kimse bir daha yükselemeyecek 
Ve bir daha asla gidemeyeceğiz; kanal boyuna ve Goldborne Yoluna
Tatlı ufak uyku 
Düşlerim saklaman için senindir"
 


Requiem for a Dream'i hatırladım o an. Stüdyo versiyonunda bulunan keman solosu ise eşsiz.


Ölümlerden, savaşlardan, hastalıklardan ve ayrılıklardan tüm gece boyu söz ederek bizleri melankoli sınırından defalarca geçiren Marianne, durumun farkında olacak ki bir sonraki şarkıyı okumadan önce şunları dedi, "sanırım gecenin tek umut dolu şarkısını şimdi söyleyeceğim". Roger Waters'ın yazdığı Sparrows Will Sing ile salonun morali bir nebze olsun yükseldi ve yüzler güldü. Bense hala karamsarlıktan kurtulamamıştım. Şimdiye kadar birçok konsere gittim ama herhalde içlerinde en karanlık olanı dün gecekiydi.

37 yaşında olan ve hayatı boyunca bir kez bile Paris'i üstü açık arabayla dolaşmadığını fark eden Lucy'nin, kocası işte ve çocukları okuldayken ev işlerinden usanıp intihara teşebüsünü anlatan The Ballad of Lucy Jordan ise geceye noktayı koydu. 

Yoğun alkışa kayıtsız kalamayan Marianne, fiziksel olarak zorlanmasına karşın son bir kez sahneye döndü ve Twin Peaks'in ve diğer birçok David Lynch filminin müziklerini besteleyen Angelo Badalamenti'yle beraber  La fille sur le pont filmi için yazdıkları, albümlerinde rastlanmayan ve nadir olarak söylediği Who Will Take My Dreams Away'i okudu. Şarkıyı çok sevdiğimden dolayı "ya okumazsa" hezeyanları içerisinde geçen bir buçuk saatin sonunda Marianne, bu özel şarkıyla bana unutulmaz bir hediye verdi. Şu dizelerle veda etmekten daha ötesi var mı;


"İşte şimdi görev tamamlandı ve tüm arkadaşlar burada.
Kötü şeyler ışık tarafından alaşağı edildi
Yaşam devam ediyor
Sonuna dek"

Yeniden görüşmek üzere sözünü verdi ve sahneden güleryüzüyle geldiği gibi indi. Gerek melankolik şarkı seçimi, gerekse Marianne'in fiziksel durumu beni fazlasıyla üzdü. Normalde şapşal bir gülümsemeyle ayrılırım konserlerden. Bu defa buruk ayrıldım. Ne zaman görüşürüz bir daha bilemiyorum; ama onu hep sigara dumanlarının arkasında atığı puslu bakışlarla ve bitmek bilmez kahkahalarıyla hatırlayacağım. Kimse hayallerimizi bizden alamayacak Marianne, emin olabilirsin.

 

21 Kasım 2015 Cumartesi

Bilincin Yittiği Geceden Kurtulanlar

Salı gecesi tüm gerçekliğimi yitirdim; bu durumun tek sorumlusuysa Zorlu Center'da düzenlenen Işık Festivali çıkışı gittiğim ve senelerdir beklediğim post-rock efsanesi Godspeed You! Black Emperor konseriydi.

Hani derler ya bir şeyler değişti diye; gerçekten salonda bulunan izleyenlerde bir şeyler değişmiştir mutlaka. Kapanışta çalınan ve salonda bağrışmalara ve ağlamalara neden olan, bittiğindeyse dakikalar boyunca soluksuz alkışlanan The Sad Mafioso'yla alandaki herkes kendini kaybetti diyebilirim rahatlıkla.

Dinleyenlerin notalarla tokatlandığı, arka plandaki görsellerle tekinsiz zihinsel yolculuklara çıkarıldığı ve bilinçlerinin yittiği geceden söz etmeden biraz öncesinden konuşalım.


Takipçilerimden Bayansilvia geçenlerde yazmıştı. Zorlu Center'da Türkiye'de ilk kez deneyimlediğimiz Işık Festivali düzenleniyor. Alışveriş merkezinin çeşitli noktalarına yerleştirilen odalarda ve park kısmında yirmiden fazla sanatçının eserlerini Kasım sonuna dek gezebilirsiniz. Ben hepsini gezemedim; çünkü bazılarında teknik arıza vardı ya da belirtilen noktayı bulamadım fakat büyük çoğunu sanırım gezdim ve bazılarında cidden farklı hisler yaşadım. Metro çıkışı sizi tünel boyun karşılayan Tunnel of Love çalışması, sadece ışıklar kullanılarak üç boyut hissi veren Primary ve festivaldeki şahsen gözdem Liminal Room festivalin başarılı çalışmalarından.

Liminal Room (sol) ve Primary (sağ)

Merkezin ortasında ve yandaki parkta bulunan, havayla şişirilmiş devasa tavşanlar (ya da arkadaşın tepkisiyle White Rabbit'ler) ile mekanın dış cephesini dolanan ve ışıktan yapılma insanların korkunçlu müzikler eşliğinde koşturmaları yine ilgi çekici eserlerden bazıları.


Bu kadar fazla odaları dolaşıp, ayaküstü psychedelic düşlere kapıldıktan sonra bir de üzerine bu grubu izlemek cidden gerçekliğimi ve bilincimi sorgullattı. Zira konser çıkışı mekanın ortasında bir ufo -ya da her neyse uzaylıların kullandığı cisim- inse pekala yadırgamayabilirdim.


Her fırsatta kapitalizme ve sistemine öfkesini dillendiren, bu yüzden de albümlerini zincir kitapçılarda veya büyük firmaların dükkanlarında bulamadığınız Godspeed You Black Emperor'ın nasıl oldu da Zorlu'da konser vermeye ikna edildikleri bir muamma. Böyle şeylere pek takılmıyorum çünkü böylesi oturmuş bir sistemde nereye gidersen git yine seni o sermaye bulur; yani konser alanı değiştirilse bile gene bir yerinden bulaşacaktık.

 Konseri ikinci balkondan seyrettim.

Grubu dinlemeye konsere gelenlerin bir çoğu konser öncesi bir öngrubun çıkacağından bihaberdi ve haberi olanların da hatrı sayılır kısmı Xarah Dion'u seyretmemeyi tercih etti. Alternatif rock ve dreampop sularında yüzen bu Fransız şarkıcının performansını tatmin edici bulamadım ne yazık ki ve son şarkısı hariç pek iligimi cezbetmedi diyebilirim. Ve sahne Kara İmparatorun.

Yaklaşık her Godspeed konserinde olduğu gibi bizimki de Hope Drone'la açıldı ve arkaya yerleştirilmiş olan beyazperdede flu bir şekilde görünen, tank paletlerini fazlaca andıran şekillerin üzerinde "hope" (umut) yazıları belirdi durdu aralıklarla. Genel olarak şarkıları pek karamsar olan bir grup olduklarından konser açılışlarında seyirciye bir nebze olsun bu çılgın sistemde umut vermek istiyorlar sanırım. Peki sormazlar mı yani madem umut dağıtmak için geldiniz, hemen ertesinde Moya çalarak herkesin içini dağlamak nedir ? Eller mendillere gitti hemen.

Daha insanlar kendini toparlayamadan, konser haberini aldığım zamandan beri müzikçalarımda dönen ve bana oldukça da başarılı gelen yeni albümün girişini yapan Peasantry or ‘Light! Inside of Light!’ çalındı. Benim için gecenin ikinci zirvesiydi. Hele ki şarkının girişindeki davul bölümü konserde daha uzun icra edildi ve deyim yerindeyse gümbür gümbürdü. Zaten beklediğimden çok daha fazla gürültülüydü konser. Hatta bir zaman sonra kulaklarım için ciddi ciddi endişenmeye başladım. İkinci balkona has bir durum mu bilmiyorum fakat sesler kimi zaman patladı ve yaylılarda ara sıra duyulmadı. Yine de bu efsanevi şarkıdan aldığım hazza mani olamadı hiçbiri.

Bir önceki stüdyo albümlerine göre daha çok beğendiğim yeni albümlerinden devam ettiler. Lamb's Breath ve Asunder, Sweet ikilisi safkan drone şarkılar diyebiliriz. Hele bir de arka planda dolanan koyunlar ve ormanın göbeğinde dönüp bize gözlerini diken geyik videosuyla izleyenleri trans haline soktular. Korku filmlerinden çok daha rahatsız edici bir deneyimdi ki bu iyi bir şey.

Gene yeni şarkılardan çok sevdiğim Piss Crowns Are Trebled beni paramparça etti ve oracıkta kendi halime bıraktı. Şüphesiz bu müzikal oluşumun güçlü yanı şarkılarına yaylıları çok iyi yedirmeleri. Dinlerken kimi zaman tüyleriniz diken diken oluyor ve o duyguyu iliklerinizde hissediyorsunuz sonuna kadar. Salondakilerin tepkisini ölçemedim fakat ben yeni şarkılardan Peasantry ve Piss'te çok etkilendim; zaten konser öncesi bunları dinlerken hep "kim bilir canlı olarak dinlerken ne olur bunlar" diye merak eder dururdum. Peasantry'de ne kadar davullar yüreğimizi hoplattıysa, Piss'teki yaylılar da bir o kadar ciğerimizi söktü bıraktı.

 Mekanın loşluğundan telefonum nasiplendi.

Tam da "acaba ne çalacaklar sırada" derken ismi henüz bilinmeyen ve çoğunluğun New Song #1 Buildings lakabını taktığı şarkı çalmaya başladı. Yine sinir bozucu görsellerle. Bir konserin bu kadar farklı şeyler hissettirebileceğini düşünmezdim. Şaşırtıcı bir noktaya değinmek istiyorum; bahsettiğim rahatsız edici görsellerden ve yüksek ses düzeyinden rahatsız olan çok fazla seyirci oldu ve konserin yarısına doğru hatrı sayılır derecede seyirci konseri terketti gitti. Tamam, ben grubu bilmeme rağmen herkes gibi bir an zorlandığımı hissettim fakat çıkıp gitmek nedir yani. Sonuçta bu konserin deneysel olacağı ve amacın rahatsız etmek olduğu biliniyor.

Yurtiçinde konser izlemenenin belki de en sinir bozucu kısmı bu; insanların bir kısmı grubu bilmeden konsere gidiyor. Pekala olabilir ben de kimi zaman sadece meraktan hiç bilmediğim ya da çok fazla bilmediğim konserlere giderim ama gitmeden önce dersime mutlaka çalışırım; eğer gerçekten cezbetmiyorsa, konsere hiç gitmem ki ne benim sinirim bozulsun ne de huşuyla seyreden gerçek kitleye rahatsızlık vermeyeyim.

Dürüst olacağım her ne kadar grubun albümlerine kendi çapımda aşinaysam da ilk gözağrım olduğundan The Sad Mafioso'yu dinlemek çok istiyordum ki bu hayalim gerçekleşti nihayet. Polis arabalarının yavaşça ilerlemesi ve bir yanda sirenleinr dönmesiyle başladı hepsi. Şarkıyı bilenler hemen anlayacaktır sahnenin vehametini; kıyamet sonrası dünya tasviri. Beş dakikaya yakın o tekinsiz girişe tanıklık ettik ve şarkı giderek yükseldi. Arka planda Lincoln'ü hatırlatan birisini seyrettik, herkese sırtı dönük biçimde elindeki bir şeyle oynuyordu ve yaylılar başladı; herkes dağıldı. Kıyamet müziği tonunu sertleştirerek ilerledi ve ekranlarda göstericiler belirdi. Hepsi yavaş ve emin biçimde yürüyordu. Göstericiler kalabalıklaştı. Pankartlardan barış sesini yükseltiyordu; konser öncesi satılan tshirtlerde yazanı hatırladım; "bizler onların dünyasına geçemeyiz, onların dünyası yok olmuştu". Vaizler, polisler, maskeliler, göstericiler, panolarda son model jipler, gökdelenler, kısaca modern zamanların deliliğine övgüydü bu. Geceye umut dağıtarak başlayanlar, düpedüz seyircileri korkunç bir tabloyla yüzleştirerek melankolik bir vedayla sahneyi terkettiler ve onca tezahürata rağmen dönmediler. Bizlerse o çılgın kalabalıktaki yerimizi aldık tekrardan.


Xarah Dion'un gereksiz öncül konseri olmasaydı ve seyircilerin büyük çoğunluğu salonu daha konserin yarısında terketmeseydi belki geri dönüp ufak bir de bis yapabilirlerdi herhalde. Yani Sleep'ten Monheim kısmını ya da Mladic'i çalarak geceye veda etseler herhalde çok güzel olurdu; fakat buna da şükür, The Sad Mafioso'nun kapadığı bir konsere şahit olduk ne diyebilirim.

Konsere gelirken şehirlerarası yolda bir kare yakaladım. Tam da grubun albüm kapaklarında kullanacağı cinsten bir fotoğraf. Nedense bana F♯ A♯ ∞ kapağını hatırlattı.


Not: O gün şans eseri konser öncesinde grupla burun buruna geldim; ama heyecandan grupla konuşmak veya fotoğraf çektirmek aklıma gelmedi. Çok heyecanlanınca bazen kilitlenebiliyorum.

Not: Sanırım konserde Yanqui U.X.O.'dan herhangi bir şarkıyı dinlemek isteyen tek bendim. Herkes gibi ben de Lift Your albümünü seviyorum fakat Yanqui'nin bendeki yeri farklıdır. Rockets Fall On Rocket Falls çalsaydı eminim balkondan çığlık ve feryatlar duyacaktı herkes.

Not: Yazı bir türlü sonlanmadı farkındayım; ama söylemem gereken bir nokta daha var. Dünkü harika Marianne Faithfull konserini de yarın paylaşacağım.